Bir şehrin yerlisi nasıl olunur? Mesela bir şehre alışmak bizi o yerin yerlisi yapar mı? Yoksa alışkanlığın ötesinde başka şeyler de mi aramamız lazım? Bu soruya en sağlıklı yanıt başka başka yerlerdeyken verilir. İklimiyle çarşaf gibi denizi, kumsalı, adası, vapuru, türlü yemişleriyle daha güzel daha gelişmiş yerlerde bile hâlâ o şehri düşünüyorsanız, memlekette selamlaşmaya dahi üşendiğiniz yedi kat yabancılarla gurbette sarmaş dolaş oluyorsanız, oraya döneceğiniz vasıtaya adım atar atmaz bir rahatlama geliyorsa içinize, o yerin yerlisisiniz demektir. Şehir, sokaklarında korkusuz dolaştığınız; taşını, toprağını, insanını avucunuzun içi gibi bildiğiniz “emin bir belde”dir sizin için.
Dostoyevski Suç ve Ceza’da “Herkesin gidebileceği bir yeri olmalı. Çünkü öyle bir an olur ki insanın mutlaka bir yere gitmesi gerekir.” der. Nedir, gidilebilecek bir yeri olmak? Gidilebilecek bir yeri olmakla bir yerin yerlisi olmak aynı şey midir? Aynı şeydir veya değildir ama yerlilik kavramının artık değiştiği yadsınamaz bir gerçek. “Nerelisin?” sorusuna verilen tek kelimelik yanıtlar eskide kaldı. Şimdilerde “Annem şuralı, babam buralı, çocukluğum filan yerde geçti, üniversiteyi falan yerde bitirdim, şimdi bu şehirde yaşıyorum…” gibi karmaşık cevaplar söz konusu. Göğsünü gere gere içten bir “şuralıyım” diyen insan bulmak zor. İtibarı kalmayan ve nostaljik bir metaya dönüşen bir mesele bu!
“Gidilebilecek bir yeri olmak”ı turistik gezilerle karıştıranlar, “hiçbir yerin yerlisi olmayanlar” zümresini kuralı çok oldu. Bunda her yerin yekdiğerini andırmasının payı büyük. Modern zamanların şehirleri, birbirleriyle aynı cadde ve sokaklara, binalara, vitrinlere, dükkânlara, meydanlara, abide ve parklara sahip. Sıkıcı ve sıradan müşterek bir zevkin ürünleri gibiler! Nerede kaldı insanların ruhlarını mekâna üflediği o şehirler? Ah, o şehirlerin ruhları kurnaz çığırtkanlara süresiz icara verildi! Yedi katlı binaların yedi kat altında kaldı bazı şeyler. Kopukluğun, eskiye de yeniye de dirençsizliğin simgesi hâline gelen şehirler!
Tanpınar Yaşadığım Gibi’de “Biz mukavemet fikrini kaybettik, ne yeniye ne eskiye hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz. Şehrin sahibi değiliz, sadece içinde oturuyoruz, devletin ve belediyenin misafiri gibi…” der. Ahmet Hamdi’nin Beş Şehir’i, Yakup Kadri’nin Ankara’sı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı ya da Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul”u… Bütün bu eserleri nostaljik bir içe çekilme olarak görenler elbette yanılıyorlar. Çünkü burada Ahmet Hamdi’nin dile getirdiği başka bir kaygının izleri seziliyor. Şehri anlatan yazar ne nostaljinin ne de romantizmin peşindedir. O yalnızca kopukluğa ve kimliksizliğe karşı mukavemet ederek bir hafıza kurma gayretindedir.
Elimizde Beş Şehir, Ankara sokaklarında Hacı Bayram’a çilehanesini Roma mabedinin kalıntılarına kurduran gizli tesadüfü sorgularız; Erzurum’da Cinis’teki “toprak tanrısı gibi sağlam” o ihtiyarı arar gözlerimiz; Konya’da eski Çarbağ sularının tadını özleriz. Ve belki de Ahmet Hamdi’yi şehir şehir gezdiren maarif müdürüne teessüf eder yerlisi olduğumuz şehrin altıncı şehir olabilme ihtimalini hayal ederiz. Ya Tarık Buğra’nın Akşehir’i? Yağmurlarla yıkanmış pırıl pırıl o Akşehir… Çobankaya’ya bakan Çolak Salih’in evi, Tekke Deresi, Ali Emmi’lerin asırlık çınarın altındaki kahvesi, Ulu Cami. Hepsi de o kopukluğa karşı mukavemet ediyor.
Bu konuda hakkı yeterince teslim edilmeyen bir kitap var ki o da Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları. Enç Almanya, Amerika, İstanbul, Ankara, Yalova derken ışığı sönen gözlerinin parlak hatıralarını yaban ellerde değil yerlisi olduğu şehirde, Antep’te arar. “Deve dişi” gibi önde gelenlerin hatır kırmadığı, yoksulları horlamadığı, abasından başka varlığı olmayanların da ululara saygıda geri kalmadığı bir şehirdir burası. Zengini fakiri, akıllısı delisi, bilgilisi kara cahili omuz omuza yaşar gider, aynı yerden alışveriş eder, başı ağrıyınca Musa Efendi’ye, dişi sızlayınca Berber Hüseyin’e koşar; Bilader Ağa’ya güler, Karabey’e ağlarlar. Sıcaklardan bunalınca Çıksorut ve Hacıbaba’nın dulda yamaçlarına sahreye gider, soğuklarda atlas yorganlara gün doğar, mangallar yakılır, Güllü’den tepsi tepsi baklavalar, kebaplar çekerler.
Antep’in nevi şahsına münhasır insan ilişkileri ve bu ilişkilerin şekillendirdiği mekânları dışında yalnızca yerlilerinin bilebileceği resmî kitaplarda yazmayan “zaman” ları da vardır. Mitat Enç, Uzun Çarşının Uluları’nda çocukluğunda yaşadığı bu hususi tarihe de yol verir. Görülmemiş bir soğuğun ilikleri titrettiği, karların altından tünel açarak konu komşuya gidilen o yıla Büyük Kar derler. Ermenilerin Çınarlı’nın karşısındaki mahallede birleşmeleriyle başlayan ve Fransız askerlerinin körüklemesiyle yaşanan çatışmaya Kaçkaç, çatışmanın büyümesiyle Anteplilerin şehri terk etmek zorunda kalmasına da Büyük Göç derler. Bütün bu milatlar bir şeyin zamanını tayin etmekte kullanılır. Doğum tarihi sorulan yaşlılar yıl yerine Büyük Kar deyiverir. Bir olay ya Kaçkaç’tan önce ya da Kaçkaç’tan sonradır veya Büyük Göç’ten önce ya da sonra!