Evimin yolunu bulamıyorum. Evden çıkarken tüm sokakları takip ediyorum. Etrafımda yükselen binaları, hususi mekânları zihnime kazıyarak yürüyorum. Notlar alıyorum. Fakat ne yaparsam yapayım her seferinde kayboluyorum. Unutuyorum yol ayrımlarını.”
“Ne zamandır böyle?”
“Buraya geldiğimden beri...”
“Nasıl geldiniz buraya?”
“Bilmiyorum. Kendimi akan bir insan seline bıraktım. Sürüklendim. Sel durunca burada kaldım.”
“Peki ne kadar zamandır buradasınız?”
“Çok değil gibi geliyor bazen. Bazen de yıllar geçmiş gibi. Günler, aylar eline alınca çırpınan kaygan balıklar gibi akıp gidiyor avucumdan. Pazartesiye yetişemiyorum. Cuma gelip geçiyor haberim bile olmuyor.”
“Başka şeyleri de unutuyor musunuz?”
“Keşke. Keşke unutabilsem.”
Önüne dökülen saçlarının kıvrımından donuk ve siyah gözlerine ulaşmak hiç kolay değildi. Gözlerinin kara toprağına kazılmış toplu mezarların ağırlığındandı bakışlarındaki koyuluk. Adı Huseyn. Her hafta gelir. Her hafta kaybolur. Her hafta bulunur. Bulunmak için kaybolur. Ama bulanlar hep aynı. İnsanlar. İç cebinden çıkardığı adresle sorun çözülür her seferinde. Onun gözleri dünyanın sınırlarının ötesinde. Kanla örülmüş duvarların gerisinde. Unutmanın ıssızlığına sığınıp rahat nefes alabiliyor. Bir moloz yığınının altında kalamadığına yanıyor. Yaşamak sülük gibi yapışıyor her yanına. Sülükler kan emmiyor zehir zerk ediyor damarlarına. Yaşamakla zehirleniyor.
“Ne iş yapıyordunuz buraya gelmeden önce?”
Bu soru biraz ağır geliyor. Göğsünün üzerine bir kaya düşüyor. Sisler, sirenler, çığlıklar... Rüyası yarım kalanlar. Hiç uyanamayanlar. Hiç uyuyamayanlar. Savrulup saçılanlar. Eller, kollar, ayaklar...
Hastane koridorlarında normal bir gün. İğneden korkup ağlayan çocuğun sesiyle yankılanıyor duvarlar. Bitti, diyor annesi. Bitti. Bitişlerin karnı burnunda. Çocuğun ağlaması bitmiyor. Gebe kadının çığlıklarına karışıyor. Öğlen yemekte ne var, diye soruyor biri. Bakmadım, diyor diğeri. Poliklinik kapılarında hastalar sırasını bekliyor. En çok da çocuklar ve yaşlılar. Biri dünyaya ayak uyduramadığından hastalanıyor diğeri ötelere yüzünü döndüğünden. Refakat edenler sağlam görünüyor ama içlerindeki oyukların iltihabı sessiz sessiz büyüyor. Cebinden çıkardığı şekeri bir çocuğun avucuna sıkıştırıyor doktor. Çocuğun gülüşüne şaşkınlık bulaşıyor. Gülüşü doktorun gözlerine. Şekerin şiresi annenin ellerine.
“Doktordum.”
“Öyle mi?”
“Çocuk doktoru.”
“Ne güzel.”
“Güzeldi.”
Çocukların kanını tüplerde görmeye bile dayanamazdı. Gözlerindeki tomurcuklar dökülmesin diye uğraşır, yorulur ama işini severdi. Sonra hastanede bölümler birbirine karıştı. Kim ne doktoru bir önemi de kalmadı. Kim kimi bulursa koştu. Sedyeler taşıyamadı üzerine binen yükü. Yataklar lüks oldu. Mermer zeminlere serildi her gelen. İlaçlar tükenmeye başladı, serumlar son damlalarını verdi. Anestezisiz müdahaleler yapıldı. Dişlerini sıkmaktan diş etleri kanadı insanların.
“Ne kadar görev yaptın?”
“On yıl.”
“Zor muydu?”
“İnsana sevdiği işi yapmak zor değil de…”
Dayandı. Sürüye katılıp yola düşmedi. Geride kaldı. Bırakamadı. Kaldıkça büyüdü ağırlığı. Yaraları kapatırken içinde açılan yaralardan habersiz. Kollarında son nefesini veren çocukların yasını tutacak saniyelerin dahi kalmadığı canhıraş zamanlardan geçti. İki kolu, iki eli yetmedi, birine uzansa diğeri kaldı. Toz bulutu kaplı yüzlerin ardında büyüyen korku gözlerine bulaştı. Başlar, kollar, bacaklar, parmaklar yığıldı üst üste. Usta terzilere taş çıkartacak maharetle dikmeye çalıştı her birini. Sıkı sıkı düğüm attı kopan parmakların üzerine. Acı, narkoz gibi bayılttı çocukları. Baygınlığı fırsat bilip yamadı çocukların deliklerini. Allah’ım bu kadarı fazla değil mi dedikçe arttı. Ardı arkası kesilmedi.
“Bir gün ablamın kızı yeğenim düştü önüme. Tutamadım. Elleri yoktu. Olsaydı tutardı ellerimden. Gitmezdi. Önce uzaklardan geçti ölüm konvoyu. İnsan kendi kapısının önünden geçmeyeceğine inanmak istiyor. Hep uzağında kalacak sanıyor. Çember daraldı. Komşu çocukları. Akrabalar. Sonra işte yeğenlerim. Her ölüm acı. Yaklaştıkça yangını büyüyor. Bir gün abim geldi. İnsan abisini tanımaz mı? Tanıyamadım. Utandım.”
On altı kardeştiler. Geriye dört kişi kaldı. Biri Huseyn. Ölümün sık uğradığı bölgelerde doğumlar fazla olur. Belki de gitme ihtimalini bilirler de geriye ne kalırsa kârdır derler. Bir ölür bin diriliriz demektir belki de. Yaşamak ihtimalini artırmak. Çoğunu son yolculuğuna Huseyn uğurladı. Onlar yolunu buldukça Huseyn kayboldu.