Mutluluk Gözyaşlarında Aranır

Kendi hayatının öznesi olamayanlar için tek özne, şartlardır. Şartların müsait olmadığı inancı herkesin dilinde. Şartlar müsait değil! Bu cümlenin öznesi sen değilsin, şartlar. Oysa şartlar düşünemez, konuşamaz, mutlu olamaz, hüzünlü olamaz, çile çekemez. İnsan huzurlu olabilir ancak, çile çeker, hüzünlü olur. Öznemiz şartlar olursa sonumuz hüsran olur. Oysa insan, gece gündüz emek vermeden hiçbir şeye ulaşamıyor. Hazıra konanlar yok mu, elbette var. Kısa yoldan elde edilen her şey aynı hızla kaybediliyor. Şu an yaşadığımız kaosun ana nedenlerinden biri de bu: Hiçbir şeyin çilesini çekmemek. Çalışmaktan, çabalamaktan, kaybetmekten, başarısız olmaktan korkmak. Dahası mutsuz olmaktan şiddetle kaçınmak. Oysa mutluluk gözyaşlarında aranır, hiç bulunmasa bile yine de aranmalıdır. Zaten mutluluk elde edilince, mutluluk değildir artık, kârdır.

Şartlar demiştik. Hiçbir zaman müsait olmayan şartlar! Cümlenin öznesi olan şartlar. Her şeyin öznesi. Attığımız adımın bile. Ne zaman kendi hayatımızın öznesi olacağız? İç huzura ne zaman kavuşuruz. Oysa “... onlara asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.” Kim bu insanlar, diyorum içimden. Oysa büyük vaat var. Hiç değişmeyecek bir vaat. Kim bu huzura kavuşanlar? Biz neden onları göremiyoruz? Yoksa biz mi görünmüyoruz? Niçin kaybolduk ki böyle?

İnsan yolunu kaybetti. Çare aramasını da bilmiyor. Hiçbir şeyin gerçek kaynağına inemiyor. Çünkü her şey aslından çok uzaklarda. Yanı başındaki insana bile sesini duyuramıyor. Kimse kimseyi tanımıyor, belki de tanıyamıyor. Uzaklıkları nasıl yakın edeceğiz? Köprü mü kurarak? Nerede kaldı köprüler? O köprünün altından da çok sular aktı. Belki hayatımız el değmemiş bir dere akıntısına dönüşür. Kayalara çarpsak da gocunmayız kim bilir. Belki de taştan taşa çarpmaya ihtiyacımız var.

Hüznüne sarılmalı insan. Ondan kaçmamalı. Düşünceli insanların mutsuz olduğu düşünülür, onların durgunluğu dikkat çeker. Neşesiz görünürler. Çünkü o an düşüncenin insanı kendine çeken gücüne teslim olmuşlardır. Hayatın hızına karşın düşüncenin insanı durduran bir gücü vardır. Hızla hareket eden ve çok sesli olan her şeyde insanın doğasına aykırı izler vardır. Gürültülü konuşmak ve çok sesli gülmek gibi…

Tebessüm sadakadır, kahkaha bizden yana olmadı hiç. Sessiz bir hüzündür bize lazım olan. Gürültüsüz bir hayat. Pişmanlık sessizdir, mahcubiyet sessizce yaşanır. Sevincin sesi çok uzaklardan duyulurken, hüznün hiç sesi çıkmaz. Keder gariptir, yalnızdır çünkü. Kahkaha atanların mutlu olduğu sanılır, gerçek hiç de öyle değildir. Kahkaha, tebessümün büyümesinden oluşmaz, aksine, insanın içinde yaşadığı bunalımların ve tezatlıkların bir volkan gibi patlamasından başka bir şey değildir. Ben aslında böyle değildim, bana neler oluyor, neden duygularıma mukayyet olamıyorum, nefes alıp verişim bile değişti. Sık sık. Yetmiyor, oksijen açlığı çekiyorum, insan açlığı çekiyorum ama insan yorgunuyum da.

Oysa gürültü azalıncaya, sis bulutları dağılıncaya, insanın gözünü kör eden ışıltılar soluncaya kadar bekleyebilse insan, zamanın her şeyi olması gereken şekline dönüştürdüğünü görecek. Beklemeyi beceremediğimiz için, giderken sürekli arkamıza bakmak zorunda kalıyoruz. Gözümüz hep arkada kalıyor. Ya yeterince bekleyemiyoruz ya da çok bekleyerek ömrümüzü çürütüyoruz. İnsan, ne yaparsa yapsın, beklemeyi bir türlü öğrenemiyor. Oysa her şeyin üstünden biraz zaman geçince konuşmalar yerini sükûnete bırakıyor, sancılar azalmaya başlıyor. Yüzdeki çizgiler arttıkça bilinç keskinleşiyor, hareketler yavaşladıkça düşünceler derinlere inebiliyor. Her şey, bu kısacık zaman diliminde cereyan ediyor. Bin düşünüp bir konuşmayı unuttuğumuz için, bin konuşsak da bir cümlenin yerini tutmuyor. Sonra çok konuşan çok aldanıyor, hep aldanıyor.

İnsan hata yaparak doğruyu bulmuyor aslında, sürekli hata yaparak yanlışın mahvedici yönünü törpülemiş oluyor. Hepsi bu. İnsan böylece, yanlışa da alışmış oluyor. Asla kendinden emin olmamak ve sürekli içindeki korkuyu canlı tutmak. Asıl mesele bu. İnsanın en çok zorlandığı denge de bu. İki tarafı uçurum bir yol. Ne tarafa meyletsen düşeceksin, sonra zerreni bile bulamayacaklar. Allah’a yönelişi de kısa sürüyor böyle insanın. Çünkü önce kendine gelmeden Rabbine varamıyor insan. Kendine inanmayan Allah’a nasıl inansın? Kendini aldatan, başkasına nasıl aldanmasın?