35 yıldır Cihangir’de yaşıyordu Davut Bey. Neyi var neyi yok uç uca eklemiş bu semtten bir daire almıştı. O vakitler buralar böyle kalabalık değildi. İstanbul’un yerlilerinden olan gayrimüslim vatandaşların oturdukları konutların dışında çok az ev vardı. Pürtelaş mahallesindeki yokuşta Kanuni zamanında Mimar Sinan’a yaptırılan Cihangir Camii’nin avlusundan neredeyse bütün boğazı görebiliyordu ya, her şeye rağmen bu ayrıcalık bile burada oturmaya değerdi. Davut Bey çoğalan İstanbul nüfusuyla beraber ne zaman bu semtte sıkışıp kalsa ruhunu dinlendirmek için bu caminin avlusuna giderdi. Güneşin batışını ve doğuşunu buradan seyretmeye doyum olmazdı. Caminin duvara bitişik çeşmesinde elini yüzünü ıslatır, hazirede metfun tekke şeyhi Hasan Cihangiri’nin ruhuna Fatiha okumadan geçmezdi. Bu camiyi niye bu kadar sevdiğini soranlara hep şöyle cevap verirdi Davut Bey: “O da benim gibi dünyanın yükünü yüklenmiş olduğundan dertleşmek için ondan daha iyisini nerede bulacağım? Cihangir, dünyanın derdini yüklenen demek. Ben onculayın o bencileyin cihangir bu dünyada.”
Ele avuca sığmayan, sözün kifayet etmediği üç erkek evlat Davut Bey’in en çok dertlendiği şeydir. Gecenin sabaha yakın saatlerine kadar evlatlarının birini Tophane’nin diğerini Beyoğlu’nun kuytu ve izbe sokaklarından toplamak için uğraşır dururdu. En küçük üçüncü oğlu Feramuz ise bir terzidir. Davut Bey ipliği iğne deliğinden geçiremez hâle gelince dükkânı kapatmaya kıyamamış ve terzi dükkânını yıllardır gözü önünde olsun diye yanında tutup meslek öğrettiği oğluna bırakmıştı. Feramuz’un eli işe yakışmasına yakışıyordu ama içkiye aşırı düşkünlüğü işteki istikrarına büyük zarar veriyordu. Babasına göre o, söktüğü diktiğinden daha fazla olan bir terzidir. İdris Peygamber’den nasip almamıştır. Babası ona “Tezgâhına içki sokan iğneli fıçıda sabahlayan gibidir.” diye kim bilir kaç kez söylemişti, ama o bunu hep duymazdan gelmişti. Davut Bey yine de diğer iki oğluna nazaran Feramuz’un hiç olmazsa iyi kötü bir işi olduğuna şükreder, beterin de beteri var diyerek teselli bulurdu. Üstelik Feramuz ara sıra da olsa Cihangir Camii’nin avlusundan Boğaz’ı süzen babasına eşlik ederdi. Gerçi o, Boğaz’ın en mutena noktalarını dürbünle izlemeyi tercih etse de gölgesinin caminin gölgesine değmesine ses çıkarmazdı. Davut Bey yine üzerinde kendi diktiği el işi gömlek ve yelekle dört bir köşede kıvrılmış yatan kedilerin ve köpeklerin arasında Cihangir’in sokaklarını turluyordu. Tam Adile Naşit ile Münir Özkul’un başrollerini paylaştığı Neşeli Günler filminin turşu kurma sahnesinin çevrildiği Asri Turşucu’nun önünden geçerken başını iki yana sallayarak söylenmeden edemedi: “Hey gidi kavanoz dipli gam yüklü dünya, şu canına yandığım günlerin neşelisinden bir gram da bize düşse ne olurdu!”
O esnada uzun saç ve gür sakalıyla üzerinde bol duran bir kazak giymiş adamın biri Davut Bey’den yana dönüp bakmadan kendi kendine cevap verdi: “Neşe bakkalda satılsa idi biz de alırdık azizim!”
Davut Bey seri adımlarla önünden yürürken laf sokuşturan bu adama arkadan dikkatlice baksa da hiç tanıdık gelmedi. Adam hem gidiyor hem söylüyordu: “Dervişlik olsaydı taç ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka.” Adam tam turşucu dükkânının solundaki sokağa sapıyordu ki birden geriye doğru dönüp baktı. Davut Bey’in hâlâ kendisine “Kim bu?” bakışıyla bakmaya devam ettiğini görünce seslendi: “Ahbap! Oraya, senin sağ ayağının iki saniye evvel bastığı yere kendimden bir selam bıraktım. Selameti turşucu dükkânında değil orada ara!”
Galiba bu adam benimle dalga geçiyor diye düşündü Davut Bey. Öyle ya, tanımadığı insana yol yordam öğretmeye kalkan bu adam ya meczuptur ya da hadsizin, densizin biri! Sıraserviler Caddesi ile Defterdar Yokuşu’nun kesişme noktasına kadar bu garip adamın söylediği cümleyi kafaya takarak yürüdü. İnsan insanda dinlenmeli, insan insanı icabında yurt edinmeli, kendini görmek için başkasına bakmalı gibi cümleleri zihninde bir kere daha ölçüp tarttı. Beyoğlu’nda dün gece izbede yüzünü gecenin karanlığıyla örtmeye çalışan büyük oğlunun hâli geldi gözlerinin önüne. Üstü başı perişan bulanık bir zihinle şöyle demişti oğlu: “Şu ıslak karanlığıyla bizi göğsüne yaslayan şehir kadar görmedin, görsen de anlamadın beybaba!”
İki evladını gece yarısı şehrin paslı hançerinden korumak için onlara siper olmaya kalktığında etrafında toplanan kişilere ağlamaklı hâlde söylediği cümle oğulun “görmedin, anlamadın” şeklindeki kahredici siteminin cevabı gibiydi: “Ben Cihangir Camii’ne gönderdiğim evlatlarımı, Beyoğlu’ndan, Tophane’den, Tarlabaşı’ndan topladım! Ben topladıkça onlar daha bir dağıldılar!”
Laf sokuşturan gizemli adam sağa sola sapmadan Firuz Ağa Camii’ne doğru yürüyordu. Davut Bey şaşırmıştı. Bu adamın camide ne işi olabilir diye düşündü. Sonra böyle düşündüğü için kendini yadırgadı. Camiye giden insanların bir kulübe ya da lokale üye olanlar gibi belirgin standardı veya müşterek tipolojileri olamazdı elbette. Biraz evvel gözünden kaçırdığı adamı caminin abdesthane kısmından elindeki bez mendille kollarını ve yüzünü kurulayarak çıkarken gördü. Görünüşe kanmamak gerektiğinin güzel bir örneği olmalıydı bu adam. Yanından geçerken geriye dönüp söylediği sözü bir kez daha hatırladı: “Hey ahbap! Oraya, senin sağ ayağının bastığı yere kendimden bir selam bıraktım. Selameti turşucu dükkânında değil orada ara!” Belli ki bu söz öylesine söylenmiş bir söz değildi. Sağ ayağının bastığı yerdeki selamı aldı: “Ve aleyküm selam!”
Bu arifane sözün fiilî bir karşılığı olmalıydı. En iyisi verilen selamın gereğini sahibinin ayağına giderek elden vermekti. Ne de olsa ayak gayret, el hizmetti. Firuz Ağa Camii’nin önüne kadar yürüyüp adamın camiden çıkmasını bekledi. Hâlbuki adam namazını kılıp arka kapıdan her zaman yaptığı gibi duvar dibindeki çam ağacına selam verip asmalı kahveye geçmişti. Bekle bekle canı sıkılmıştı Davut Bey’in. Geriye dönüp birkaç adım attığında ona çok benzeyen bir adamın tek başına çay içtiğini gördü. Bu fark ediş aynı anda birbiriyle kucaklaşır gibi bir iki saniye sürdü. Adam oturduğu tabureden doğrulup çevik bir el işaretiyle Davut Bey’i çay içmeye çağırdı, Davut Bey gelinceye kadar yerine oturmayıp ayakta bekledi. Gelince de kırk yıllık dostu gibi karşıladı onu. Adam göz bebeğine kadar yansıyan mütebessim bir çehreyle: “Geleceğini biliyordum.” dedi. “Ayağımın bastığı yere bıraktığın selamı aldım kabul ettim demeye geldim. Yani ben de selama karşı bir selam olup ayağınıza geldim.” diye karşılık verdi Davut Bey. Adam Firuz Ağa Camii’nin duvara yaslanmış tek minaresine bakışlarını odaklayarak: “Biliyor musun şu dünyada sözün de bakışın yani yüzün de yolun da yolcunun da hakkı vardır. Neşeli günlerin avına çıkmış gördüm seni. Gökte kaybettiğini yerde arıyor gibiydin. Turşucu dükkânında inci mercan, elmas yakut ne gezer!” Adam parmağıyla, ayakta durmak için cami duvarına tutunan minareyi işaret edip konuşmasını aynı kıvamda sürdürdü:
“Şu minareyi görüyor musun? O her önünden geçene bir şeyler söylüyor, fakat işiten kulak, gören göz nerede? Söz kendini daha fazla kişiye ulaştırmak için sese, ses kendini en uzaklara duyurmak için minareye, minare yıkılmayıp ayakta kalabilmek için bir caminin duvarına yaslanıp yardım alabiliyor. Sana gelince, kendini cihangir addettiğin için Cihangir Camii’ne yakın buluyorsun. Sana göre ikiniz de dünyanın yükünü taşıyorsunuz. Fakat bir şeyi göz ardı ettiğinin farkında değilsin. Cihangir’in taşıdığı yük başkasının değil kendisinin yüklenmeye talip olduğu bir yüktür. Fetihten fethe koşup dünyaya hâkim olan insandır cihangir. Değil mi ki ‘Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur.’ Bir ağacın gölgesinde de dinlenmeye talip olabilirdin. Ama sen Cihangir Camii ile dertleşecek kadar onun düçar olduğu derde müptela olmuşsun. Cihangir Camii dönemin hükümdarı I. Süleyman’ın fetihçi yönünden almıştır bu özelliğini. O Süleyman ki Doğu’da adaletin Batı’da ihtişamın sembolü olmuştur. Kırk altı yıl hükümdarlıkta kalmış, on üç kez sefere çıkmış, hükümdarlığının on yıl bir ayını seferde geçirmiştir.”
Adam bir süredir konuşmaktan içemediği çayını iki yudumda midesine indirip devam etti:
“Düşünebiliyor musun Belgrad, Rodos, Boğdan, Macaristan’ın büyük bir kısmını imparatorluk topraklarına katmış. Az daha Viyana’yı bile kuşatıp nerdeyse alacakmış. Irak’ı ele geçirmiş, İran’ın içine kadar girmiş, Mağrip’te Fas sınırına kadar dayanmış. Sen ki azizim Davut Bey, Cihangir’in usta terzisi olarak ünlenmişsin neredeyse kırk yıl. Bedenlere kıyafet ve kisve dikmekle geçmiş ömrün ama en yakınındaki çocuklarının ruhlarına uygun elbiseyi dikmeye ne becerin ne de vaktin olmuş. -Parmağı ile duvara yaslı minareyi bir kez daha işaret ederek- unutma şu duvar çökerse o minare de yıkılır!”
Davut Bey tam burada araya girdi. Kendisinin yeterince anlaşılmadığına kanaat getiriyordu. Gücünün ne denli sınırlı olduğunu anlatsa da anlaşılmayacağını biliyordu. Bu yüzden mekânlarla kendisi ve ailesi arasında hep bir benzeşme, ortak kader ve ünsiyet olduğuna inanıyordu. Sözü bu hassas noktadan kavrayarak konuşmaya başladı: “Beni anlasa anlasa ancak Cihangir Camii anlar. Şimdi şu Firuz Ağa Camii’ni görünceye kadar hiç aklıma gelmemişti, ben bu camiyi de en küçük oğlum Feramuz’a benzetiyorum. Minaresinden yaslandığı duvara, kubbesinden ahşap tavanına kadar öyle. O da benim Feramuz oğlum gibi çok yangın görmüştür. İzbelere sıkışmış en büyük oğlum Talat’ın bir tarafı Çukurcuma Camii’dir bana göre. İkisinin de dışarıya açılan bir avlusu yoktur. İkisi de bir kavşağın üzerinde yer alıyor. Ortanca oğlum Numan, o benim Sirkeci Mustafa Ağa Camii’m. Ben ona İmam-ı Ebu Hanife gibi kavi bir şahsiyete sahip olsun diye Numan ismini vermiştim. Avuçlarımın içinden çok erken çekip aldılar. Sirkeci Mustafa Ağa Camii gibi başının üzerinde kubbesi kayıp gitti. Minaresi yıkılıp şahsiyeti ve birikimi üç beş kuruşa satışa çıkarıldı.”
“Yaptığınız tenasüp hakikate mugayir değildir azizim.” dedi adam. “Her insan haddizatında bir camidir zaten. Ne var ne yok bütün organ ve aksamı bu bedende camidir.”
Asmalı Kahve’nin önünden Taksim, Beyoğlu, Tophane ve Fındıklı güzergâhında yer alan okulların öğrencileri yüksek sesle gülüp konuşarak Cihangir sokaklarına doğru yayılıyorlar. Çantaları varla yok arası. Önde yaşıtlarına göre daha boylu poslu gözüken kızlı erkekli grup bir yandan sigaralarından dumanı içlerine çekerken diğer yandan dumanı geriye üflemek yerine argo cümleleri sağa sola üflüyorlar. Grubun en iri ve en uzun boylusu önündeki arkadaşının sırtına uçan tekme atıp yüzüstü düşürüyor. Etrafındaki kızlı erkekli kafadarlar çocuğu kaldırmak yerine kendilerinden geçercesine gülüp eğleniyorlar. Okunan akşam ezanı bile öğrencilerin şuh kahkaha ve eğlencelerini bölmeye yetmiyor. Gençlerin manzarasını şaşkınlıkla izleyen adam Davut Bey’e inceden takılıyor:
“Azizim, bu çılgın gençlerin hâli hangi klasik mimarimize benziyor, çıkarabildiniz mi?”
Davut Bey sadece laf olsun diye cevap verdiğini belli edecek şekilde karşılık veriyor:
“Bunlar nev zuhur çağdaş mimari üstadım, klasikleri yok. Olsa olsa ‘kapitol’ olurlar, ‘cevahir’ ya da ‘sapphire’ olabilirler ancak!”
Bir süre bakışlarıyla etrafını temaşa eden adam bir gizli hazinenin kapağını kaldırıp içindeki güzelliği dışarıya vuruyormuşçasına gözünün önünde canlanan sahifeyi tane tane okudu:
“Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel edep ve terbiyeden daha iyi bir ikramda bulunamaz.”
Davut Bey başını öne doğru sallayarak destek verdi: “El- Hakk, hepimiz anne babamızın hasılasıyız. Ebeveyn kendi ebeveyni tarafından nasıl yetiştirilip terbiyeden geçirilmişse yarının ebeveyni olan çocuklarımız da bizim izlerimizi taşıyacaklardır. Şimdi daha iyi anladım üstadım, ‘Saadet turşucuda aranmaz.’ derken ne demek istediğinizi.
Adam yolun derdini çekenlerin ayak bastığı ilk noktaya selamını bırakmak için niyet ederek yerinden kalkıp yürüdü. Giderken dilinde virt edindiği cümleyi de yanında götürmeyi ihmal etmedi: “Yol Oğlu Hâdi yolunda gerek!”