Sonsuz ufaklıkta ışıltılı bir labirent düşledim, ortasında bir su testisi duruyordu.
Jorge Luis Borges
MÖ 6. asırda yarı boğa yarı insan şeklinde bir yaratık dünyaya gelir. Minotauros adındaki yaratık için çok büyük bir yapı inşa edilir. Yeraltındaki bu yapıya giren bir daha çıkamayacak ve böylece Minotauros sonsuza kadar gözden uzakta tutulacaktır. Usta zanaatkâr Daidalos labirenti icat ettiğinde bir gün kendinin de bu yapının içinde debeleneceğinden habersizdir.
Klasik mitlerde geçen bu hikâye Luis Borges’in elinde “Asterion’un Evi”ne dönüşmüştür. Yeryüzünde bir benzeri daha bulunmayan, kapıları sonsuz ev misafirlerine sadece sessizlik, yalnızlık ve ölüm sunar. Kapıları gibi bütün bölümleri de sonsuzdur, her yer başka bir yerdir, evin bölümleri birçok kere tekrarlanır; tek bir havuz tek bir avlu tek bir samanlık yoktur. Bütün bu tekrarların ardından Borges “Ev dünyayla aynı büyüklükte, ya da daha doğrusu dünyanın ta kendisi.” der.
Borges için dünya bir labirenttir, “ışıltılı bir labirent”. Her düşünce görünür bir başlangıcı olmaksızın geçmiştekilerin yankısıdır ya da gelecekte yineleyeceklerin güvenilir bir önsezisi! Ancak insan her defasında unutur, labirente müthiş bir uyarlama gösterir, aynaların dolambaçlarında yitip gider.
Labirent deyince önce Daidalos’u sonra L. Borges’i ve daha sonra da tabii ki Umberto Eco’yu anmak gerekir, “Aedificium”un mucidini.
Gülün Adı William ve Adso’nun bir kasım sabahı Melk Manastırı’na gelmesiyle başlar. Manastırda işlenen gizemli cinayetleri çözmekle görevlidirler. Adso, Aedificium’u henüz uzaktan gördüğünde korkuyla birlikte şaşkınlığını gizleyemez. Dörtgen gibi görünen yapı yakınlaştıkça sekizgene dönüşür. Dörtgen biçimindeki köşelerin her birinde dışarıdan sadece beş kenarı görünen yedigen birer kule vardır. Bu dört büyük yedigen ortadaki sekizgeni üretir. Adso üç kattan oluşan binayı Orta Çağ’ın tinsel görünümüyle açıklar; dört, İnciller’in sayısı; beş, dünyanın bölgelerinin sayısı; yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısı. William cinayetleri Aedificium’un üçüncü katındaki yasaklı kütüphaneyle ilişkilendirdiğinde artık romanın ilk yüz sayfası bitmiştir. Kefaretini ödemiş okuyucu rahatlıkla kendini “aşırı düzenle sağlanan aşırı karışıklığa”, asıl labirentin dolambaçlı odalarına bırakabilir.
Umberto Eco Yorum ve Aşırı Yorum’da “Her zaman bir benzerlik keşfedileceği düşünülürse, bu benzerlik sonsuz bir süreç içinde bir başka benzerliğe işaret edecektir. Benzerlik mantığının egemen olduğu bir evrende bir göstergenin anlamı olduğuna inanılan şeyin aslında bir başka anlamın göstergesi olduğundan kuşkulanmak yorumcunun hakkı ve görevidir.” der. Bu düşüncenin bizi “dünya büyük bir aynalı oda” fikrine götürmesi mümkündür. Yazmanın başlangıçta yazılanı yeniden yazmaktan başka bir şey olmadığına inanan L. Borges gibi Eco da kitapların birbirleriyle konuştuğunu, her öykünün daha önce anlatılmış başka bir öyküyü anlattığını söyler. Aslında Cervantes’ten, Aristoteles’ten önce Homeros dahi farkındadır bunun. Eco’nun Gülün Adı’nda dördüncü anlatıcı olması ya da Salvatore’nin çok dilliliği tesadüf değildir. Yine kütüphanenin yer yörüngesine göre tasarlanıp düzenlenmesi, her bir yönün dünyanın farklı bir bölgesini ve o bölgeye ait yazarların kitaplarını göstermesi aynı düşüncenin ürünüdür. Peki, yasaklanmış, konuşması engellenmiş, uğruna cinayetler işlenen bir kitap -Aristoteles’in komedyaya dair Poetika’sının ikinci cildi- bu kütüphanenin neresindedir? Elbette hiçbir geçit verilmeyen şaşırtıcı bir zekâ ile saklanan “Finis Africae”da.
Finis Africae, labirentin ortasında duran hakikattir. Gülmeyi gerçeğin aracı kılan, insanı korkularından arındıran hakikat! Umberto Eco “Hakikat onunla yüz yüze gelmeden önce parça parça gösterir kendini.” diyor. Willam ve Adso da kütüphanede parça parça gördüklerini ancak dışarıda harita üzerinde birleştirebiliyorlar. Zira insanı şaşırtmak üzere tasarlanmış labirentin önceden belirlenmiş kuralları vardır ve bu kuralları içerdeyken çözmek imkânsızdır. Tıpkı dünya gibi. Onun da kurallarını bilmiyoruz, çünkü onun içinde yaşıyoruz, çünkü onu yaratılmış olarak bulduk. Kurallarını bilmediğimiz bir dünyanın yanılgısı içinde ancak gerçeğin kırıntılarıyla yetinebiliriz. Ölüm, ona uzaktan bakmamızın, hakikati kavramamızın tek yoludur belki de!
Borges’in labirent metaforunu yorumlayan Eco, ona ufak bir sürpriz hazırlar. Gülün Adı’nda kör kütüphanenin kör odaları kör bir keşiş tarafından korunur; Burgos’lu Jorge! Kütüphaneci ile Borges arasındaki benzerliği sorduklarında Eco “Kör bir kitaplık da ancak Borges’i yaratır, her şeyin bir bedeli vardır.” der. Jorge, şüphesiz romanın en ilginç karakteridir. Manastırın ortasında âdeta “panoptikon”un karşıt simgesi gibi durur. Zira hapishane olarak tasarlanan panoptikon, mimari yapısı gereği izleyen kimse olmasa da sürekli izleniyormuş hissi verir. Bütün mekânlarda hazır ve nazır Jorge ise görmüyormuş hissi vererek manastırın her yerini izler. Gizemli el yazması neredeyse o da mutlaka oradadır.