Eyyam-ı Bahur

Ağustos ayının son günleri. Bugünlerde öyle bir cehennem sıcaklığı yaşanıyor ki tarifi zor. Yaprağı dahi kıpırdamayan salkım söğüdün işe yaramaz gölgesi altında, avuç içlerim yere gelecek şekilde ellerimi kenetlemiş üst kısmına da çenemi yerleştirmiş gözlerimi kısarak doğu yönüne doğru boylu boyunca yüzüstü uzanmışım çayırda. İkindi sonrası katarının sanki bir hartlap bıçakla ikiye böldüğü kasabamızın sisli batı yakasında doğmuşum ben. Hemen her gün ibadet yapıyor gibi bir huşu içerisinde yerine getirdiğim bir ritüele dönüştü bu tren karşılaması.

Ağustos ayının son günleri. Buğday tarlasının hemen bitiminde, tren raylarının yirmi adım kadar gerisinde bir yerde uzanmışım çayıra. Tren istasyonu az ötede. Her gün ikindi sonrası 16:45’te görkemli bir şekilde gelip geçecek o meşhur katarı bekliyorum. Buharlı şimendiferin hemen ardında iki yolcu vagonu onun ardında ise onlarca yük vagonu olan o katarı. Uçsuz bucaksız ovada başaklardan başlayarak göğe yükselen kirli sarı umutlarla birlikte. İçerimde yükselen o umutlar, umutlar.

Ağustos ayının son günleri. Annemin iç geçirerek sık sık anlattığı gibi; kafasını kabuğundan çıkarıp koca ovaya yaslanan kaplumbağalar trenin ufukta belirmesine birkaç dakika kala pusar, kafalarını içeri sokarmış, ardından da sarıasma kuşları bir gürültü ile topluca havalanıp yaklaşan tren vagonlarına yönelirmiş, bana düşense kalp çarpıntısı eşliğinde izlemek olurmuş olan biteni. Şimdi ya da daha sonra ne gelen olacak kasabamıza ne de giden oysa. Vagonların pencerelerine birikmiş, argın ve meraklı gözlerle etrafa bakan yolcuların yüzlerinde ne görebildiysem onları toplamakla yetinir dönermişim eve. Böyle işte.

Ağustos ayının son günleri. Şayet uyuyakalmazsam birazdan sıcak havanın kıvrılarak yükseldiği şu parlayan raylardan kulağıma gelen, kolay kolay kimsenin işitemeyeceği bir uğultunun ardından gözlerimin fal taşı gibi açılacağı o anı yaşamak üzere tetikte bekliyorum şimdi… Ta uzakta farları yanan koca kara gövde ile ardındaki vagonlar yaklaştıkça yaklaşır, yaklaşır ve tam yanımdan geçerken makinist kendini izleyenler için bir hamleyle göğü delen düdüğe asılır gösterişle. Ardından metalik fren sesleri, ardından birbirinin üzerine yığılarak duran o vagonlar. İçerimde vagonlar, vagonlar.

Ağustos ayının son günleri. Buğday tarlasının hemen bitiminde, tren raylarının yirmi adım kadar gerisinde bir yerde çayırın üzerindeyim. Vagon pencerelerinde gördüğüm hiçbir yüzü bir daha görememek üzere ayrılacağım istasyonda gün boyu devam edecek sessizliğin eli kulağında. Dönüş başlıyor. A ha şimdi. Bilinmedik şey yok ki buralarda. Uzandığım yerden kalkıp üstümü başımı ellerimle çırparak temizleyip evin yolunu tutarım, arkamda olan bitenden, gelen geçen vagonlardan habersiz göklere yükselen sesler karşısında kılını kıpırdatmayan kediler, köpekler sünepe sünepe dolaşırlarken.

ağustos ayının son günleri

arkamda uçsuz bucaksız

sarı buğday başakları

içerimde arşa yükselen

umutlar umutlar