İnsanoğlu için yeryüzünün öyküsüdür derler, bu gurbet diyarının ateşten kumlarında sürekli yolu aranan ve sürekli bekleyen benim oysa. İnsandan toprağa en güzel öyküler bana ait. Çevre civarımda palazlanan kurdun, koyuna kuzuya ilişmediği zamanlardan beridir gecenin huyu bana emanet bırakılmıştır. Nurlu bedenin nurlu sözlere eşlik ederek gövdeme teslim ettiği hüzünlü hikâyenin evvel yurduyum ben. Kıymetimle muhafaza ettiğimi aşikâr etmek ancak bana düşer.
Zira alelade bir şey değilim; bilinmeyenlerin, karanlıkların dünyası değilim, iyi kötü mücadelesinde cezalandırıcı basit bir yurt hiç değilim. Kendime ait hususiyetlerimle bana uğrayan herkese hizmetim olmuştur. Bana gelen, herkesten daha güçlü çıkar yeryüzüne. Görünür mekânım yeniden hayat bulmanın mekânıdır. Muhakkak ki insanoğlunun kendi iç dünyasında barındırdığı bir yerim de vardır. Ve onun hayata dair verdiği mücadele, burada kadim bir düşmanı alt emekle başlar.
…
Kenan diyarının, esintilerle etrafımda gezinen kumlarını seyrederken, bedenleri kıskançlığın elleriyle sürüklenenleri görmek de varmış kaderimde. Yüzlerinde biçimsiz lafların tesirli yansımaları, omuzlarında daha önce duyulmamış bir telaşın ağırlığı… İhanetleri yükselirken şiddeti de gitgide artan tedirginlikle soluksuz yol alıyorlar. Birazdan sanki yer gök kararacak. Yedi tepenin yedi ayrı güzelliğini bir arada temaşa edebildiğim bu yerde, ağrılı cümleleri yavaş yavaş içmek aklıma mı gelirdi?
Onlar yürüdükçe hava kapanıyor. Palazlanmış öfkenin kabalığı onlarla beraber. Kavilleşmenin yüküyle zihinleri iyice hiddetleniyor. Zamanın huyunu değiştiren sözler kimsenin dilinde kalıcı değil, akıveriyor birden. Yüzlerini yere düşürecek bir utanç ile birbirlerinin nefesini soluyarak uzun müddet konuşuyorlar. Sinirleri ne kadar da gergin. Hiddetli acelecilik aralarında çoğalıyor, hâkimiyetiyle kalplerinde kara bir leke bırakıyor. Bu, amaçlarına ulaşacak olma hayalinin peşine düştüklerinden beridir aldıkları en uzun mesafe.
İşte gözleri kör kuyulardan derin insanlar, işte çölün ve yeryüzünün Kâbil’in günahı gibi çirkin kirli yüzü. Öylece yankılanan, yankılanırken çoğalan kötülük çağrısı.
Hangi sözü işitsem, ölüm kokuyor.
Korkulu bir eylem giderek akıllarına yerleşecekken, kardeşlerden birinin muhtemel ki merhamet göstermesi ile “Onu kuyunun dibine bırakın ki geçen kervanlardan biri bulup alsın.” dediğini işitiyorum. Fazla uzun olmayan bu cümle aniden her şeyi değiştiriyor. Alınlarını önlerine düşürerek bana bakıyorlar. Dimağlarında açılmış bir gedik ile başlarını ileri uzatarak nefeslerini çekiyorlar ve karanlığın örttüğü bilinmezlik korkusuyla en derinime bakıyorlar. Bir çukura atılarak etkisiz hâle getirilmek istenenlere reva görülen bir ceza yeri olarak bana bakıyorlar. Şairlerin çileli elbisesine bürünmüş bir derviş nasıl nazar ederse ben de onlara öylece nazar ediyorum. Ayazdan sıyrılan bu vakitte olanca kum tanesi, tepeciklerin ardından sızıp gelen sarı bir ışıkla boyanırken, her rengin en mahcup yanına sığınarak, her birine ayrı ayrı bakıyorum.
Kayıp giden kelimelerin katında dahi karşılığı olmayan bir temas bu. Cümlelerin güç yetiremediği bir temas. Kurdun kuşun bile hiçbir şeyden haberi yok. Soğuğun sıcağın, gecenin gündüzün yok. Ama ben biliyorum işte. İnsanoğlunu yiyip bitiren hasedin, dünya var oldukça devam edeceğini bildiğim gibi biliyorum.
…
Sahranın sakinleri etrafta görünmüyor. Kaygılandıran bir sessizlik, sert kayaları ufalayan bir korku. Kuru rüzgârların ikna edici tavrıyla kendini gösterdiği böylesi bir zamanda, suyumu yitirmek üzere olmanın endişesiyle beklerken, kuytulardan gökyüzüne hücum eden çaresizlik her yere bulaşıyor. Kardeşlerin şaşkın bedenlerinden yayılan gerginlik gecenin karanlığından daha koyu. Sessizliği giyinip yoluna koyuldukları uçurumun boşluğuna yürüyorlar. Niyetlerini açığa vuran yürüyüşleri, başka neleri peşinden sürüklemiyor ki!
Merhamet üfleyen gözleriyle ay yüzlü Yusuf’u görüyorum. Bakışları kimsenin bakışına ulaşmıyor, sözleri kimsenin kapısını aralamıyor. Gövdeleri, etrafımı kuşatacak şekilde taşlarıma yanaştığında Yusuf’un cennet kokulu gömleğini söylenerek çıkarmaları fazla uzun sürmüyor. Narin beline kalınca bir sicim bağlayıp onu ölüp ölüp dirildiğim yerime, en derinime sarkıtıyorlar.
Unutulup gitmesi istenen, en sağlam tarafıma tutunarak konuğum oluyor.
Şimdi varlığıma sebep bir nefesi soluyorum. Ve korkuyorum.
O an, gece olunca bütün korkular niçin ayağa kalkar, diye sorsalardı bana, şüphesiz derdim ki; Yusuf’un kuyuya atıldığı o günden beridir bu Kenan diyarına korku salanları, eğleşip can yakanları en iyi ben bilirim. Bildiğimden böyle korkuyorum.
Yusuf’u seyrediyorum…
İşte kucağımda nurdan bir sadelik. Şüphesiz bir biçimde saf ve temiz… Sıklıkla görülmeyen huzur dolu ılık bir mavide ışık hazineleri ile donanmış bir güzel. Onun tereddüde mahal bırakmayan gökçe güzelliği, narin dokunuşlarla etrafa yayılıyor ve en uzak yurtlara dahi merhamet salkımları olarak ulaşıyor.