Çok dolaştılar ama sonunda aradıkları çay ocağını buldular. Buldukları yer daracık bir ara sokak. Kırk yıl aransalar burada onları kimse bulamazdı. Çaycı Mustafa amcanın müşterileri hep birbirine benzerdi, okumayı yazmayı ve bir de sessizliği seven insanlardı buraya gelenler. Umumiyetle edebiyat ve şiir konuşurlardı. Enteresan eskilikte kol çantaları vardı. Müşterilerinin yüzlerindeki saç sakal kavgası bir bakışta anlaşılıyordu. Edebiyat muhabbetini sevmeyenler bu ortama girmeye kolay kolay cesaret edemezlerdi. Suat ve Bekir hariç. İkisi de edebiyatın lafını etmeyi sevmiyorlardı. Edebiyat dedikodularıyla hiçbir zaman başları hoş olmamıştı. Buna mukabil yoğun sigara dumanına rağmen bu kuytu ve münzevi ortamdan bir türlü kopamamışlardı. Kadın şairlerden de gelenler çoktu. Cavidan İkinciyeni, Nafiye Zenginkafiye ve Janset Sarıdiş bu şairler arasındaydı.
Bugün yine çay ocağının yoğun günü. Suat ve Bekir her zamanki gibi duvar dibindeki yerlerini almışlar. Şekerlik, küllük ve daha hiç işlerine yaramayan bir sürü şey önlerindeki sehpada kaldırılmayı bekler gibi eğreti duruyor. Oradakiler bu sehpanın üzerindeki ıvır zıvırın zevahiri kurtarmak için olduğunun gayet farkındalar. Herkes bir ağızdan konuştuğu için kimin ne dediği pek anlaşılmıyor.
Şair Janset Sarıdiş bardağındaki çayın kalanını bir dikişte içip ayağa kalktı. Serenat yapar gibi sağlı sollu şiirler okumaya başladı. Sağ taraftakilere sağcı şairlerden sol taraftakilere ise solcu şairlerden dizeler okuyup kendince doyasıya eğleniyordu. Suat “Bugün de seremoniye doyduk.” diye takıldı Bekir’e. “Sorma.” diye karşılık verdi Bekir. Çaycı çırağı boş bardakları toplarken bir taraftan da çaylar tazeleniyordu. Suat önüne çay bardağını teklifsiz koyup giden çocuğa fena hâlde bozulmuştu. Sesinin ulaşıp ulaşmayacağını hiç umursamadan çayların doldurulduğu kabine doğru seslendi: “Mustafa amca bizi de gör, iki çay, biri açık!”
Mustafa amca elini havluyla kuruladıktan sonra tepsideki çayları hemen iki şairin bulunduğu yere yetiştirdi. Çay tam Suat’ın istediği kıvamdaydı. Mustafa amcaya teşekkür ettikten sonra hoşnutsuzluğunu belli edecek biçimde yüzünü buruşturup önceki çayların çay olmadığını söylemeyi de ihmal etmedi Suat. Mustafa amca eliyle “mesaj alınmıştır” işareti yapıp işine döndü. Suat, her zaman olduğu gibi çay bardağını alıp dudaklarına götürmeden önündeki bardağa doğru yaklaşıp dikkatle baktı. İçilmeye müsait olup olmadığı konusunda son tetkikleri yaptıktan sonra bir takdir öpücüğü gibi ilk yudumla kendine geldi, “Çay gibisi yok azizim.” dedi Bekir’e. “Şairlerin başka neyi var ki?” diye karşılık verdi Bekir. Tam çayla beraber demlenmişlerdi ki aradığı şeyi bulacağından emin adımlarla kendilerine doğru gelen bir şairi fark ettiler. Şair yeni yazdığı bir şiir için t harfiyle başlayan bir sözcük istiyordu. Ne diyeceklerini bilemez şekilde birbirlerine baktılar. Saçma olduğunu bile bile “Biz pek t harfini kullanmıyoruz.” deyip şairi başlarından savarken içine düştükleri hâle katıla katıla güldüler.
“Şu hâlimize bak!” diye söylendi Bekir.
“Ne varmış hâlimizde?” diye karşılık verdi Suat.
Bekir: “Daha ne olacak, görmüyor musun dünyanın en uyumsuz şairleriyiz!”
Suat: “Bir sözcük deyip geçme, her insanın sözcüğü kendi dünyasını yansıtır. Hem madem kendi şiirine t harfinden kelimeni kendin bulamıyorsun, ne diye şiir yazıyorsun!”
Demin kendilerinden t ile başlayan bir sözcük isteyen kadın şaire kafası takıldı Suat’ın. Kim olduğunu ve hâlâ sözcük aramaya devam edip etmediğini merak etti. Boynunu sağa sola, öne arkaya çevirerek etrafı süzdü. Yoğun sigara dumanı ortamdakilerin kafaları üzerine siyah bir çadır germiş gibiydi. “Böyle ortamlarda kim şair kim değil ayırmak zordur.” dedi Bekir, Suat’ın arayışını görünce. Nafile uğraştığını fark edip tam önüne dönüyordu ki tarihî han içerisindeki çay ocağının çıkış kapısının önünde tek başına oturan bir adam gördü. Herkesten ayrı bir köşede oturduğuna bakılırsa bu adam bir şair olmasa gerekti. Tek başınaydı ve çay bardağını parmaklarının arasında zarifçe kavramış çayını yavaş yavaş yudumluyordu. Bakışlarının yöneldiği kendinden başka bir cephesi de yoktu. Daha çok kendi içine doğru bakıyormuş gibi bir hâli vardı. İkisi de bu adamın kim olduğu konusunda merak içerisindeydiler. “Cahit abi olmasın, Cahit Koytak?” dedi Bekir heyecanla. “Cahit abi Erzurumludur. Erzurumlular çaydan ve sohbetten kaçmaz.” diye cevap verdi Suat. Suat dayanamayıp o an ikinci posta çay bardaklarını toplamaya gelen Mustafa amcaya yaklaşıp kendi hâlinde oturan adamı sordu: “Mustafa amca şu kapının içinde mi dışında mı olduğu belli olmayan adam kimdir?” Gülerek sakince cevapladı Mustafa amca: “O bizim gezgin! Gezip dolaşır ikindi sonrası hep buraya gelir ve hep de aynı yere oturur. Kimseye bir zararı yoktur.” Bu sefer Bekir atıldı: “Peki, şair midir bu adam?” “O kadarını bilemem.” diye cevap verdi Mustafa amca. Onlar konuşurken yan tarafta muhabbetlerine kulak misafiri olan Zeliha isimli kadın şair lafa girdi: “Yazmayan şairlerden olduğunu söylüyor. Çok uzaklardan gelmiş buraya. Ne kadar uzaktan geliyorsun diye sordum, ‘Uzaklığımın ölçü birimi henüz icat edilmedi.’ diye cevap verdi. Garip bir adam.”
Lafa giren ve adının Zeliha olduğunu söyleyen kadın şairin saçları üç ayrı modelde üç ayrı renge boyanmıştı. Önündeki sehpada yer alan “Düzayak” dergisinin genel yayın yönetmeniydi. Kulak, burun, parmak ve ayak başta olmak üzere daha bir sürü yerinde çeşit çeşit takılar dikkat çekiyordu. “Düzayak” dergisinin hemen yanında genç şairlerimizden Şafak Çelik’in “Geçkin Akşam Ahalisi” kitabı yer alıyordu. Suat ve Bekir’in dikkatle oraya baktığını görünce kitabı yukarıya kaldırarak “Şafak Çelik’i tanır mısınız? O benim şairim. İnanmayacaksınız ama şair olduğu hâlde hâlâ çay yerine kahve içiyor, üstelik cappuccino!” diye ünledi. Bekir, el hareketleri ve mimikleriyle bir şeyler söyleyecekmiş gibi Zeliha’nın dikkatini çekmeyi başardıktan sonra başladı okumaya:
“Geçti gün/ Ham olan benmişim hayıflandım/ Neden görmedim bunu dün”
Zeliha bu dizelerin Bekir tarafından ezbere okunması karşısında alacağını almıştı. Bir şairi tanımanın yolunun onun ne yiyip içtiğini bilmekten değil ne yazıp ne söylediğine vâkıf olmaktan geçtiğini kavramakta gecikmedi. Öyle etkilenmişti ki önünde ne zamandır içmeyi ihmal ettiği için soğuyan çayın sitemini bile işitememişti. Bekir’in Şafak Çelik’ten şiir okuduğunu duyan yan taraftaki yüzü karanlıkta tam seçilmeyen başka bir şair ayağa kalktı. Zeliha, Suat’la Bekir’den tarafa dönüp ağzını bir eliyle kapatarak şairin Hayri Burak Bozukplak olduğunu fısıldadı. Yüzü, ayağa kalkınca okunaklı hâle gelen, uzun saçlarını arkadan bağlamış, gür bıyıkları ve sakalları dudaklarını kapamış, sanki ağzı yok gibi duran şair, kimsenin dinleyip dinlememesine aldırış etmeden başladı yeni yazdım dediği şiirini okumaya:
“Zııııııııııııııııııııııııııııııız
A4’üne dört paund verdi Frederik
Şimdi şapkam Himalaya
Zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz
Karlofça Anlaşması’nın kırk beşinci maddesi
Frederik bugün de file delik
Sana bu gerçeği söylemiş miydim!”
Şiir biter bitmez çılgınca bir alkış koptu. “Yaşa!”, “İşte bu!”, “Şiirimizin yüz akısın!” gibi tezahüratlar kopan alkış fırtınasını bir anda tufana çevirmişti. Sağdan soldan, tanıyan tanımayan çok kişi gelip şiir okuyan ve adı Hayri Burak Bozukplak olduğu söylenen bu genç adamı tebrik edip imza aldılar. Tabureli kalabalıkta herkes birbirine “güzel şiir” diye destek veriyordu. Suat ve Bekir ne şiirden bir şey anlamışlardı ne de bu kadar abartılı övgü ve tezahürattan. Çay parasını ödeyip çıkış kapısına yönelmişlerdi ki sessizliğiyle dikkatlerini çeken ve şair Zeliha Hanım’ın “yazmayan şair” diye nitelendirdiği garip adamı gördüler. Yanına gidip gitmemekte tereddüt ettikleri bir anda adam yüzünü onlara çevirip mütebessim bir eda ile “Buyurun!” deyince geri duramayıp boş iskemlelere yerleştiler. Adamın sağ dizinde, dirseğiyle desteklediği “Gitmenin Hamalı” isminde bir kitap vardı. Yazar ismini adamın dirseği kapadığı için kitabın kime ait olduğu anlaşılmıyordu. Sessizliği Suat bozdu:
“Efendim neden burada kapı ağzında oturuyorsunuz, ortama girmiyorsunuz?”
Adam sadece güldü. Suat adamı konuşturmak için şansını ikinci kez denemek istedi:
“Nasıl buldunuz demin şairin bol alkış alan şiirini?”
Adam “Hangi şair hangi şiir?” dercesine soru işareti gibi baktı. Çay ocağına doğru dönüp uzaktan kendine özgü “çay getirin” işareti yaptı. Buradakiler onun işaret diline aşina idiler. Tavşankanı çaylar gelinceye kadar kimse bir şey konuşmadı. Az sonra çaylar geldi ve adam çayından nefes kıvamında bir yudum aldıktan sonra konuşmaya başladı:
“Hep orta yolu takip ettim fakat hiçbir zaman ne ortada olmayı ne de ortalıkta bulunmayı beceremedim. Kendimi merkeze değil paranteze aldım. Bu dünyada yolla beraber akıp gitmek gerektiğini öğretti bana hayat. İşlerimi yoluna koyamasam da kendimi yolun yoldaşı kıldım. Ne oraya aidim ne de buraya. Kendimi arafta hissettim her zaman. Belki de bu sebepten az sonra yola revan olacak gibi hep kapıya yakın oturdum. ‘Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında’ dediği gibi şairin…”
Adam burada bir yudum daha aldı çayından. Sanki bütün ruhunda ve bedeninde çayın yürüyüşünü ve sıcaklığını hissediyor gibiydi. Bekir’in bakışları tek kelimeyle adama çivilenmişti. Bir felsefe kitabı okumak değildi bu, bir filozofu dinlemenin sahici şekliydi. “Nerde kalmıştık?” diyerek hiç düşünmeden kaldığı yerden konuşmasına devam etti adam:
“Demin şiir okuyan şairi nasıl bulduğumu sordunuz? Benim görebildiğim bir şair yoktu ortada. Olsaydı mutlaka görürdüm. Gerçek şiir fıtratı harekete geçirir. Resûlullah’ın (s.a.s.) Buhari, Ebu Davut, Tırmizi ve İbn-i Mace’de müştereken yer alan bir hadis-i şerif’te Şiirde hikmet vardır diye buyurduğu rivayet edilir. Şayet hikmeti hayattan çekerseniz şiirden de çekmiş olursunuz. Hikmeti de şiiri de herkesin görmediğini görebilenler ve herkesin duyamadığını duyabilenler yakalayabilirler.”
“Galiba siz de yazıyorsunuz?” diye lafa girdi Bekir.
“Beni şiirin ümmisi sayın.” diye cevap verdi adam.
Bu kez tane tane ve vurgular yaparak konuştu adam:
“Hassan bin Sabit (r.a.) için Peygamber mescide hususi bir minber koymuştu. Hassan orada Resûlullah’ı hasımlarına karşı şiirle müdafaa ederdi bilirsiniz. Resûlullah’ın Hassan bin Sabit (r.a.) ile ilgili şöyle söylediği rivayet edilir: “Allah (c.c.), Hassan’ı Resûlullah’ı müdafaa ettiği veya onun adına mufahara yaptığı müddetçe Ruhu’l-Kudüs takviye etmektedir.” Benim yazmamın ya da yazmamamın yerde bir saman çöpünün bile yönünü değiştirebileceğine inanmıyorum. Öyle olsaydı yollara değil kitaplara yürürdüm.
“Yolculuk nereye peki?” diye sordu Suat.
“Yol nereye giderse oraya.” dedi adam.
“Yol nereye gider?”
“Ben nereye istersem oraya.”
“O zaman her şair şiirini kendisi nereye isterse oraya götürür öyle değil mi?”
“Yolun oğlu olanlar yoldan çıkmazlar. Yola babalık taslıyorlarsa Şuara suresinin son ayetlerindeki mesajlara muhatap olurlar.”
“Sizinle yeniden oturup konuşmak isteriz, bir kartınızı verir misiniz ya da telefon numaranızı?” dedi Suat.
“Ne kartım var ne telefonum ne de telefon numaram.” diye karşılık verdi adam; bana ‘hâdi!’ derseniz neredeyseniz oraya kalkar gelirim. Şayet ‘Hâdi’ derseniz beni bulmakta hiç zorlanmazsınız. Çünkü yol sizi götürür!”