“Afrika’yı göz ardı etmek kolay. Afrika’ya büyüklük taslamak kolay. Afrika’yı sevdiğini iddia etmek kolay. Afrika’yı sömürmek kolay. Afrika’yı hor görmek de kolay.
Afrika’yı gerçekten görmekse zor. Çeşitliliğini, karmaşıklığını, yalınlığını, bireylerini görmek zor. Fikirlerini, katkılarını, edebiyatını görmek zor. Kahkahasını duymak, zulmünü anlamak, maneviyatına tanıklık etmek, ıstırabına katlanmak, kadim felsefesini kavramak zor.
Afrika’yı görmek zor, çünkü onu görmek yürek istiyor. Onu yanılmadan görmek yalın bir ruh istiyor. Onu ön yargısız görmek gelişmiş bir insan istiyor…
Afrika’yı görmenin zor olmasının bir nedeni daha var. Afrika’yı görebilmek için kişinin kendini görebilmesi gerekiyor.” diyor Ben Okri, Caine Ödüllü kısa hikâyelerden oluşan öykü antolojisi kitabı Yuvayı Keşfetmek’te.
Kigali, gittiğim diğer Afrika şehirlerinden oldukça farklı. Ruanda’nın merkezinde dört tepe arasındaki vadi içine geniş bir coğrafyaya dağılarak kurulmuş ve yaklaşık bir milyon üç yüz bin kişiye ev sahipliği yapıyor. Şehir yüksek binaların yanı sıra iki katlı ve bahçeli villalarla kaplı. Yılın sekiz ayı yağmur yağdığı için caddelerin etrafında suların akışını sağlayan geniş yağmur suyu kanalları bulunuyor. Pırıl pırıl caddeleri, yemyeşil çevresi ve yüz metre aralıklarla dizilmiş binlerce güvenlik görevlisiyle bir film setinin içinde kaldığınızı düşündürüyor.
Kigali, 2018 yılında Afrika Birliği tarafından Afrika’nın en temiz şehri seçilmiş. Sokaklarda güvenlik görevlilerinin bu denli fazla olması güvenlik duygusundan çok güvensiz bir his uyandırıyor. Sık sık kontrolden geçiyorsunuz. Bunca temizlik ve düzene rağmen Ruanda, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Gelişim Çözüm Ağı’nın 2015 Dünya Mutluluk Araştırması’na göre en mutsuz on ülke arasında altıncı sırada yer almış.
Afrika’nın her şehrinin ayrı bir hikâyesi, ayrı bir müziği var. Şehre girdiğinizde hislerinizi hemen kaplıyor. Şehrin duygusu kısa sürede sizi sarıyor. Kigali ise diğer Afrika şehirlerinden oldukça farklı. Sizde bu duyguyu oluşturmakta gecikiyor. Zira baktığınızda gerçek bir şey görmüyormuşsunuz, gerçek sesler duymuyormuşsunuz gibi bir his sizi uzun süre terk etmiyor. Güvenlik görevlilerinin yüzlerindeki zoraki tebessümü hemen fark ediyorsunuz. Şehrin perdelenmiş görüntüsünü anlamaya çabalıyorsunuz.
Şehirde her ayın son cumartesi günü tüm ülkede “Umuganda” ismini verdikleri ortak çalışma anlamına gelen temizlik günü ilan edilmiş ve o gün 07.00-12.00 arası trafik duruyor, şehirde büyük bir temizlik yapılıyor. Halk, evinin önünden başlayarak sokakları temizliyor. Şehrin arasında geniş tarım arazileri var. Bölgenin ya da mahallenin sorumlusu, isteyen her aileye geçimlerine yardımcı olmak maksadıyla ekip biçmeleri karşılığında bir ya da iki dönüm toprak tahsis ediyor. Aile, o sene içerisinde beklendiği gibi tarım yapmazsa toprak bir sonraki sene ellerinden alınıyor. Devletin toprak gelirlerinden herhangi bir beklentisi yok. Sadece aileler doysun isteniyor. Şehir içi ulaşım genelde moto-taksilerle sağlanıyor.
Ruanda’da Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teorilerle halk iki gruba ayrılır. Ari ırkla aşağı ırk olarak bölünen halk, bir grubun Avrupalı sömürgeci ülkelerin temsilcileri gibi davranmaları, diğer grubu gerçek Ruandalı kabul etmemeleri ve iki grup arasında yıllarca birken öfkenin patlamasıyla sekiz yüz bin kişinin katledilmesine sebep olur. Bunlardan -çoğu dövülerek öldürülen- üç yüz bini çocuktur. Üç-dört aylık kısa bir sürede sopa ve satırlarla birbirlerini katletmeleri, Ruanda tarihine kara bir leke olarak geçer. Katliamın kıvılcımını başlatan olay dört Nisan 1994’te Başkan Habyarimana’nın uçağının düşürülmesi olur. Uçağın düşürüldüğü vakitten kısa bir süre sonra Hutu üst düzey yöneticileri tarafından katliam emri verilir, İnterhamwe milisleri yollara barikatlar kurar ve kimlik kontrolü yapılarak Tutsi olanlar ve önceden belirlenen ılımlı Hutu’lar yakalanır. Soykırım Çin’den getirilen palalarla ve sivri uçlu sopalarla acımasız bir biçimde gerçekleşir. Soykırımın yüzüncü gününde üç yüz bini çocuk, sekiz yüz bin kişi öldürüldükten sonra BM gelen tepkilere dayanamaz ve Ruanda’ya Barış Gücü gönderir.
Dünyanın çoğunluğu bu ülkeyi soykırım ve soykırımdaki işlevini anlatan Hotel Ruanda filmiyle tanıdı. Hotel Ruanda filmine konu olan Hotel des Mille Collines’e gidiyoruz. Soykırıma dair en ufak bir iz yok. Soykırımın yirminci yılında otel müzeye çevrilmek istenmiş ama kabul görmemiş, hatta soykırımla ilgili sergiye de izin verilmemiş. Otel turistlere hizmet vermeye devam ediyor. Çalışanlar soykırımla ilgili sorulardan oldukça rahatsız oluyor. Mihmandarımız sadece otel çevresinde değil gezi boyunca “Tutsi” ve “Hutu” sözcüklerini ya sessiz söylüyor ya da “kısalar” ve “uzunlar” diye anıyor. Bize de mümkün mertebe sözcükleri telaffuz etmememizi öneriyor. Otelden ayrılırken mihmandarımız filmin, katliamın hem Hutu hem de Tutsiler tarafından karşılıklı gerçekleştirilmiş olduğunu anlatmasının Ruanda’da tepkiyle karşılandığını anlatıyor. Oyuncular başta olmak üzere yönetmen de dâhil filmde ismi geçen herkes için ülkeye giriş yasağı da konmuş. Filmin Ruanda’daki gösterimine de izin verilmemiş.
Kimlik kartlarındaki “Hutu” ve “Tutsi” ibareleri kaldırılarak “Ruandalı” kimliği oluşturulmaya çalışılsa da herkes herkesin akrabalarından birini öldürdü kuşkusu, Ruandalılara pek rahat vermiyor. Soykırım müzesinde soykırımda hayatını kaybedenlere ait kafataslarının sergilenmesi, durumu hiç de normalleştirmiyor. Yapanın yaptığının yanına kâr kalması, hiçbir şey olmamış gibi davranılması halkın en büyük sancısı. Buna rağmen sokaktaki halkın yüzü gülüyor. Yetkililer o karanlık günlerin bir daha yaşanmaması için sık sık hemen her yere “Bir Daha Asla” yazan tabelalar astırıyorlarmış.
On üç milyonluk ülke nüfusunun resmî yüzde 5’i; gayriresmî verilere göre ise en az %10’u Müslümanlardan oluşuyor. Müslümanlar, özellikle soykırımdaki tutumları nedeniyle ülkede her kesimin saygısını kazanmış. Dönemin müftüsünün fetvasıyla Ruandalı Müslümanlar soykırımdan kaçan Tutsilere evlerini ve camilerini açmış. Müslümanlar, mahallelerini kapatarak Tutsileri korumuş ve katliamları önlemek için çaba göstermiş. Her iki taraf için denge gözeterek ve barış çağrısı yaparak katliamın bitmesinde önemli rol oynamış. Öyle ki bu durum halk arasında “Kiliseye sığınan öldürülür, mescide sığınan ise hayatta kalır ve yaşamına devam eder.” şeklinde bir deyime dönüşmüş. Hristiyan halkın sempatisini kazanan Müslümanların sayısı soykırım öncesine göre oldukça artmış. Yüzde birlerle ifade edilen Müslümanların sayısı, birkaç yıl içerisinde yüzde onlara ulaşmış. Daha sonraki yıllarda Ramazan Bayramı, Ruanda Devleti’nin resmî tatilleri arasına girmiş. Ayrıca Ruanda Müslümanları kendi liderlerini ve müftülerini seçme hakkına sahipler. On dört kişiden oluşan Yüksek Müslüman Konseyi denilen bir müessese bu işleri yürütmekte. Beş yıl için seçilen Ruanda müftüsü, devletin nezdinde Müslümanları temsil etmekte ve ülke içerisinde bulunan İslami kurumları yönetmekte. Beş yüzden fazla caminin ibadete açık olduğu Ruanda’da bir buçuk milyon Müslümanın yaşadığı tahmin ediliyor. Kaddafi, Kigali’de Müslüman bölgeye büyük bir cami inşa ettirmiş. Caminin girişinde, Ruanda bayrağının hemen yanında, Libya bayrağı da dalgalanıyor. Caminin çevresi alabildiğine yeşil bir bölge. Amatör futbol sahaları, yürüyüş yolları ve parklar var. Geniş spor sahaları şehrin birçok yerinde var aslında. Her hafta cuma günü öğleden sonrası spor amaçlı tatil edilmiş ve bu yarım günde herkesin spor yapması isteniyor.
Cuma namazına Kigali İslam Merkezi’ne gidiyoruz. Yağmur yağıyor. Camide beyaz elbiseler içindeki çocukların arasına karışıyorum. Aralarındaki şakalaşmaları anlayamasam da yüzlerindeki gülümseme insanı rahatlatan cinsten. Namazdan sonra merkezin yan bölmelerindeki eğitim merkezini geziyoruz. Aralarında Türklerin de olduğu okul yöneticileri eğitim ve öğrencilerle ilgili bilgi veriyorlar.
Akşama doğru Kigali’de yaşayan Türkler bizi geniş bir bahçede hazırlanmış yemeğe davet ediyorlar. Bölgeye özgü kök kızartmasını ilk kez orada yiyoruz. Kigali üzerine uzun uzun konuşuyoruz. Alışkanlıklarını değiştiren, elbisesini yenileyen bir şehrin sancılarını dinliyoruz onlardan. Otele dönerken yağmura yakalanıyoruz. Bahçesinde uzun uzun yağmuru seyrediyoruz. Yağmur, şehrin seslerini kesiyor. Bizi, film setinde bulunma duygusundan kurtarıyor.