Belki bir kuruntudur yaralayan kalbimi
Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça
Turgut Uyar
Mülayim çocuklar evde, misafirlikte uslulukları ve uyumlulukları sebebiyle hep övülürler. Büyüdükçe bu hâlleri devam etsin diye maşallahlar çekilir. Bu çocuklar okul hayatlarında öğretmenleri tarafından takdir edilir, parmakla gösterilirler. Büyüyüp evlendiklerinde eşleriyle iyi geçinir, iş yerinde sorun çıkarmayan makbul adamlardan sayılırlar. Kimse onlardan rahatsız edici bir davranış beklemez. Onlar da bu beklentileri boşa çıkarmamayı kendilerine ödev bilirler. Aksi bir hâlden özenle kaçınırlar; orta yolu bulamadıkları durum, nihayetinde uzlaşamadıkları kimse yoktur. İçine girdikleri kabın şeklini almakta mahirdirler. Başkalarına ayarlı olduklarından tüm aykırı tarafları törpülenmiş, sürtünmesi az, pürüzsüz kişilikler hâline gelmişlerdir. Bu evsaftaki insanlar toplum tarafından da idealize edilir, örnek gösterilir. Nitekim sorun çıkarmazlar, suyun akış yönüne asla itiraz etmez, küreklerini akıntıya karşı yormazlar.
Uyumlu insanlardan sayılmak adına bu kimselerin kendilerinden neleri feda ettiklerini ise kimse konuşmaz. Hâlbuki başkaları tarafından devamlı onaylanma, takdir görme beklentisi içinde olanlar etkin özne olma niteliklerini kaybederler. Onay ve takdir görmedikçe değersizlik hissi ile boğuşup duran bu insanlar ilgi mahkûmu olarak yaşamayı kanıksar, ihtiyattan yoksun bir şekilde kişiliklerini inkâra sürüklenirler.
Huzursuzluğun Kitabı’nda Fernando Pessoa, “Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmaktır.” diyor. Hayatta uygun adım yürüyebilmek için içimizdeki şarkının sesini kısmamız gerekir çoğu zaman. İçimizdeki ile dışımızdaki arasındaki uçurum büyüdükçe uygun adımları atmak da zorlaşır. İki seçenekle insan baş başa kalır: Kendine ait bir yalnızlık ya da kendine yabancılaşmış bir uyumluluk hâli. Bu iki seçenek arasında kendi olmayı seçenlerin yolu sarpa sarar. Zahmetli bir tırmanış bekler onları. Kendinden kaçmaya razı olanlar ise başkalarının gölgesinde kalarak kendi gölgelerini feda ederler. Kendilerinin olmayan bir serinlikte avuturlar kendilerini. Arada kalanlar için iş daha çetindir. Sıklıkla ezilme tehlikesi geçirirler. Yol fazlasıyla çatallanmıştır, arafta kalmanın tarifsiz eziyetini çekip dururlar.
En çok duygular tahrip olur bu görünmez savaşta. Duygularını iptal edip katlanmaya başlar çoğunluk. Sabır değil tahammüldür bu hâli karşılayan kelime. Ben olmanın kavgasıyla başı belaya girmiştir cesaretli azınlığın. Hayır diyebilmekle çelikleşen bir duygu diriliğidir kârı bu yolun. “Derin duygular da büyük yapıtlar gibi bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır her zaman.” diyor Albert Camus Sisifos Söyleni isimli eserinde. İnsan söylediklerinden çok duygularıyla var olur, anlam kazanır, anlaşılır ve okunaklı hâle gelir. Duygularımızla yücelir yahut yakayı ele veririz. Ucuz nezaketlere, sahte tebessümlere, plastik kelimelere yaslanarak yaşanan bir hayattansa acıtsa da yaksa da yıpratsa da gerçek duygular insanı kendisi kılar.
Bir bağ kurmak irade ve cesaret gerektiren ve insanı besleyen bir eylemdir. Ünsiyet kurmakla hususiyet kazanan bir varlık olarak insan için hayat anlamını bu bağlarla kazanır. Duygularımızı iptale zorlamayan ve bizi filizlendiren her bağ hayatımızı da bereketlendirir. Alaka kurduğumuz bazı şeyler ve kimseler ise öz suyumuzu çeker, ömrümüzü törpüler durur. Çam sakızı gibi elimize yapışıverir. Suyla sabunla dahi kurtulmak pek mümkün olmaz.
Öyle ya, dünya sofrasını bazen istemediğimiz insanlarla paylaşırız. İstesek de istemesek de beraber oluruz, hasbelkader, tür eşlerimizle. Bir kefesine kendimizi diğer kefesine onları koyduğumuz bu terazide tartar dururuz kendimizi. Sınırlarımızı bu karşılaşmalar neticesinde öğrenir, karşımıza çıkanları ancak bu yolla tanıyabiliriz. İlişkilerimiz bir yerden sonra öyle bir kontrolden çıkar ki kendi kendine düzensiz bir şekilde çoğalır durur. Kırkta bir kendimize denk, anlayışlı birkaç çift gözle rastlaşırız belki fakat onlar da bu curcuna içinde çarçabuk gözden kaybolurlar genellikle. Kendini dayatan zorbalardan, onay görmek isteyen budalalardan, iyiliğinizi kullanışlı görüp suistimale yeltenenlerden bir türlü kendimizi kurtaramayız. Mensubiyet veya aidiyet hissiyle kendi kendimizi icbar ettiğimiz her bağımlılık bir bukağıya dönüşüp sıkmaya başlar bizi. Ansızın bir örümcek ağına yakalanmışızdır ya da. Görünmez iplerle sarılmışızdır.
Tüm bu hâller içinde vaziyeti kabullenip duygularımızı iptal ederek olan bitene katlanmakla ömrümüzü harcayabiliriz yahut sarp yokuşu göze alarak tecrübelerden hisseler yontup irademizi güçlendirebiliriz.
Pek makbul görülmese de zahmet ve maliyeti göze alarak kendimize makul ve maruf bir çizgi tutturma çabası, hayatımızı yaşanmış olmaya değer kılacak sanki. Dile kolay tabii. Yaşarsak elbette göreceğiz bakalım tercih hakkı bizde kalacak mı?