Yeni Hayat romanı oldukça iddialı bir cümleyle başlar: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Kimi zaman bu cümle aklıma geldiğinde, hayatımı değiştirecek o meçhul kitabın hangisi olduğunu merak ederim. Belki de, derim kendi kendime, ben hayatımı değiştirecek kıymetteki o kitabı çok zaman önce okudum da farkına varamadım. Neleri kaçırıyoruz hayatta. Bir kitabı kaçırmışız çok mu, diyerek teselliyi bazen kabul hislerinde ararız.
Tabii bir taraftan da Yeni Hayat romanının anlatıcı kahramanının okuduğu ve tüm hayatını değiştiren kitap var işin içinde. Kitapların anlattığı hayatlara kendi gözlerimizle gördüğümüz hayattan daha fazla inanmaya başladığımızda iyi bir okur olma payesi kazanırız. Hâliyle kurgu karakterimizin okuduğu o kitabın, kitaplığımızı dolduran gerçek kitaplardan hiçbir farkı yoktur bizim açımızdan. Okuma yolculuğunda henüz o aşamaya geçememiş olanlarınsa aklına, cümle bir romanın giriş cümlesi olduğuna göre, tıpkı olayları ve kahramanımızın yolculuklarını bize anlatan diğer cümleler gibi giriş cümlesinin de kurgu olduğu, böyle bir kitabın hiç olmadığı düşüncesi gelebilir. Oysa tek bir okumayla tüm hayatı değiştirebilecek bir kitabın varlığı iddiasını inandırıcı kılan, söz konusu iddiayı ileri süren cümlenin bir romanda geçiyor olmasıdır. Mesela aynı cümle ansiklopedik bir metinde veya otobiyografi, günlük, anı, mektup gibi kaynağını doğrudan kişisel hayattan alan metinlerde çıksa karşımıza, muhtemelen dudaklarımızda müstehzi bir ifade belirecek ve böyle bir şeyin mümkün olmadığını düşüneceğizdir. Orhan Pamuk referansı, metin dışı ihtimaller arasında bir müddet savrulmamıza neden olur. Mademki metinlerarasılıktan ve üstkurmacadan hoşlanan bir yazar vardır karşımızda; yazarın aslında gerçek bir kitabı veya kendisinin de sevdiği bir yazarı işaret etmediği ne malumdur? Kitapta, Osman’ın okuduğu kitabın Rıfkı Hat tarafından yazıldığı bilgisi verilir. Demiryollarından emekli olmuştur Rıfkı Hat, çocuk kitapları yazmıştır ve içinde demiryolu ya da tren geçmeyen bir kitabı asla yazmayacağını öğreniriz.
Yeni Hayat’ta kastedilen yazarın kim olduğu sorusu, kitaplar üzerine konuşmayı sevenlerin sohbetlerine bir şekilde dâhil olur. Kimilerine göre o kitabı aslında Osman’ın kendisi yazmıştır, bazılarına kalırsa Orhan Pamuk doğrudan kendi kitabını kastetmiştir, kimisine göreyse Rıfkı Hat’ın ilham kaynağı kısa bir dönem de olsa demiryollarında çalışmış ve çocuk kitaplarıyla tanınmış Kemalettin Tuğcu’dur.
Hemen açıklayalım: Bu yazının kalem tutanı Kemalettin Tuğcu diyenlerden. Çünkü bir neslin hayatının şekillenmesinde Kemalettin Tuğcu romanlarının etkisi büyüktür.
Yeni nesil açısından böylesi bir benzerlik kurma çabası ve iddia anlamsız gelmeyebilir. Sonuçta Kemalettin Tuğcu kitaplarının çocuklara okutulmasının pedagojik açıdan sakıncalı bulunmaya başladığı yıllarda büyüdüler. Öte yandan aynı benzerlik, yukarıda işaret edilen nesil içinde olanlar açısından şu soruyu pekâlâ akla getirir: Yoksa –Osman’ın sevdiği kızla aynı ismi taşıyan ben de dâhil- hepimiz Osman mıyız? Okuduğumuz Kemalettin Tuğcu romanlarıyla mı değişti hayatımız? Çocukluğumuzun ağlak okuma saatleri sayesinde mi duyarlılığımızı kaybetmedik? Ya da aynı sebepten mi duygusallığımızı bir türlü kaybedemeyip mantık dışı kimi davranış ve tutumlara düşüyoruz? Önce Kemalettin Tuğcu’yu tanıyalım.
1902’de İstanbul’da doğmuştur Kemalettin Tuğcu. Şaziment Hanım’la Galip Bey’in dört çocuğundan ikincisidir. Dünyaya gelirken beraberinde ayağında bir engel getirmiştir: Ayakları içe dönüktür. Aile onu çıkıkçılara götürür tedavi ettirmek ister. Fakat oğlunun sürekli ağlamasına dayanamayan (!) Galip Bey, çıkıkçının sardığı tahtaları her seferinde çıkarır. Bu yüzden ayağındaki sorun kalıcı bir engele dönüşür. Çocukluğunda evden çıkamadığı için eğitim alma imkânından mahrum kalır okuma yazmayı kendi kendine öğrenir. Ancak yirmi yaşına geldiğinde ameliyat olur ve koltuk değnekleriyle olsa da yürümeye başlar.
Kemalettin Tuğcu, çocukluk yıllarının yalnızlığını kitaplarla paylaşmak zorundadır. Daha çocukluğundan itibaren okuma sevgisi beraberinde yazma ilgisini de getirir. On üç yaşındayken Fazilet Tacı adında bir roman yazar ve romanı Akşam gazetesinden Vâlâ Nurettin’e götürür. Her ne kadar Vâlâ Nurettin kitabını okuyacaklarını ve kendisine haber vereceklerini söylese de Kemalettin Tuğcu bunu, koltuk değneğiyle yürümesinden dolayı kendisine acıdıkları şeklinde yorumlar. Bu önsezisi üzerine yazdığı mektupla da Fazilet Tacı’nı çöpe atmalarını ister.
Tuğcu’nun babası Galip Bey askerdir ve Çanakkale Savaşı’nda yer almıştır. Çanakkale’ye giderken aileyi de yanında götürdüğünden küçük Kemalettin bu büyük savaşı yakından görür. Galip Bey Gelibolu’da yaralanacak tam iyileşmeden çağırıldığı Kafkas Cephesi’nde bel kemiğinden vurulacak ve daha sonra düşük bir maaşla emekliye ayrılmak zorunda kalacaktır. Buna bir de İstanbul’un o meşhur yangınlarında, Galip Bey’in babasından kalma köşkün yanması eklenince aile yoksul düşer.
Yazar, 1920’li yıllarda hayata atıldığında marangozluk, duvarcılık, tespihcilik gibi birçok iş sektöründe çalışır. Müzik aletleri yaparak oymacılığa soyunur. Diploması olmadığından, başvurduğu devlet kapılarından geri çevrilir. 1927’de Anadolu’nun bir kasabası olan Irmak istasyonunda ambar memuru olarak işe alınır. Görevi, işçilere kazma kürek gibi malzemeleri dağıtıp akşamları geri toplamaktır. Sağlıksız iş koşulları, uğradığı haksızlıklar ve sıtma hastalığına yakalanması gibi nedenlerle işi bırakıp İstanbul’a döner. Fransızcasını ilerletmesi ve daktilo öğrenmesi sayesinde, Harf İnkılabı sonrası esnafa yeni harfleri öğretmek de yaptığı işler arasındadır. 1932’de Mektep ve Neşriyat Yurdu matbaasına mürettip olarak girmiştir. İlk yazarlık tecrübesi de -sonradan adı Türkiye Yayınevi olacak- Mektep ve Neşriyat Yurdu matbaası aracılığıyla olur. İlk yazıları 1936’da Türkiye Yayınevi’nin çıkardığı ve idaresini Rakım Çalapala’nın üstlendiği Yavru Türk mecmuasında yayımlanır. Yayınevinin kadınlara yönelik yayınladığı Ev İşi dergisini ise Kemalettin Tuğcu neredeyse tek başına çıkarır. 1937’de yayınlanan Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? yazarın yayımlanmış ilk kitabıdır.
Tüm yurtta tanınmasını sağlayan asıl kitaplarını ise 1943’ten itibaren Çocuk Haftası dergisinde yayımlar. Artık o; Anasının Kuzusu, Kimsesiz Çocuklar, Çocuk Pazarı, İçler Acısı gibi romanlarıyla kendi tarzını bulmuş bir isimdir. Yani bol bol gözyaşı vadeden, duygusal konuları işleyen, ezilmişleri ya da kenar mahallelerin yoksul çocuklarını anlatan kitapların yazarı olur.
1952’ten sonra Doğan Kardeş ve Hayat Mecmuası dergilerinde çalışan yazar, 1955’te yayınlanan Sokak Çocuğu romanıyla geniş bir okura ulaşır. Fakat telif haklarının ödenmemesi, verilen sözlerin tutulmaması gibi nedenlerle kitapları çok satmasına rağmen çok da rahat bir hayata kavuşamaz. 1974 yılında Hayat Mecmuası’ndan emekli olarak serbest yazarlığa geçiş yapar. İki yüzün üzerinde kitap yazan Kemalettin Tuğcu, çocuk oyuncuların başrol olduğu ilk çocuk filmi olan Ayşecik’in senaryosunu da yazmıştır. Ayrıca Üvey Baba, Küçük Besleme, Mercan Kolye gibi kitapları sinemaya ve diziye uyarlanmıştır.
Kemalettin Tuğcu 1941 yılında Beyhan Hanım’la evlenir. Annesi, yazarın hayatına ortak olacak ve onu emanet edeceği bir gelin bularak Tuğcu’nun aile olmasını sağlar. Bu evlilikten Fatma Gülsevin ve Mehmet Yaman adlarında iki çocukları olur. Beyhan Hanım 1987’de vefat eder. Kendisi de 17 Ekim 1996’da bu dünyadan ayrılır. Mezarı, Çengelköy Mezarlığı’ndadır. Şimdi yeniden şu hayatımızı değiştiren kitap bahsine dönebiliriz.
Kısa bir dönem demiryollarında çalışmış Kemalettin Tuğcu ile demiryollarından emekli olmuş kurgu karakter Rıfat Hat’ı, sırf her iki isim de çocuk kitabı yazdı diye benzeştirmek biraz zorlama olabilir. Ama yazdıkları kitap sayesinde hayatları değiştirdikleri noktasında hiç de zorlama sayılmayacak bir ilgi vardır.
İlk çocukluk dönemi doksanlı yıllardan önceye denk gelmişler açısından Kemalettin Tuğcu, sıradan bir isim değildir. Kara tahtalı, tebeşirli, iplere gerilmiş fişlerin olduğu ilkokul sınıflarında, genellikle öğretmen masasının gerisinde, kara tahtayla pencere arasındaki boşlukta camekânlı dolaplar olurdu. İşte o dolapların olmazsa olmazı Kemalettin Tuğcu romanlarıydı. Bizim çocukluğumuz onun yazdığı Kır Çiçeği, İhtiyar At, Küçük Şoför, Yalnız Adam gibi romanların yoldaşlığıyla geçti. Sayesinde, yoksulluğun sadece bize has olmadığını, başka mahallelerin başka çocuklarının da bisikletten, toptan, elma şekerinden mahrum büyüdüklerini öğrendik.
Şu yönüyle eleştirilebilir Kemalettin Tuğcu: Onun yoksul çocukları, karşılarına çıkmış kimi tesadüflerin yardımıyla zengin bir hayata kavuşurlar. Sanki masallara has iyilerin daima ödüllendiği bir arenadır Kemalettin Tuğcu romanları. Bu, onun kitaplarını okuyarak büyüyenleri hayalciliğe sürükleyebilir. Evet, birçok eksiğimiz vardır, hayatın olanakları eşit pay edilmemiştir fakat bizim de bir gün eksikliklerimizin biteceği hayalimiz, o olanaklara kavuşabilme umudumuz hep vardır. Böylesi bir duygu hâli, zorluklarla mücadele etmek yerine hayalî bir rahatlık hissine sürüklediğinden pek de tasvip edilecek bir seçim olmasa gerektir. Zaten sonraları Kemalettin Tuğcu romanları çocuklar açısından; ajitasyon, duygusal yıkım kavramları eşliğinde sakıncalı bulunmaya başlandı. Her duyarlı anne baba benzer endişeler taşıyor olabilir. Öte yandan çocuk tarafım bambaşka şeyler söylüyor.
Onun “fazla” duygusal kitapları bizlere en azından okumayı sevdirdi. İlerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yusuf Atılgan’ı, Oğuz Atay’ı, Mustafa Kutlu’yu, Hüseyin Su’yu okumaya varacak yola biz; Gazanfer adlı o ata gösterilen vefayı okuyarak, köyden gelmiş üvey evlat Kır Çiçeği’ne ağlayarak, yolda kalmış otobüsü kimse ona inanmazken süren Küçük Şoför’e heyecanlanarak çıkmıştık. Salt kendi dertlerimizin girdabında kaybolup birbirine yabancılaşmış “modern” bireyler olmak yerine, başka hayatların dertleriyle de dertlenmeyi onun sayesinde öğrenmiştik. Onun kitaplarıyla büyümüş kuşaklar olduğumuzdan, yanı başımızdaki savaşa duyarsız kalamıyoruz ve çocuklarımız Suriyeli çocuklarla aynı parkta oyun oynuyorlar.
Belki de hayatımız, okuduğumuz Kemalettin Tuğcu romanlarıyla değişmişti. O, hiç farkında olmadan ve böyle bir amaç taşımadan Türkiye’nin bir döneminin sosyolojik yapısını inşa etmişti. Ve yazdıklarının içeriği daima tartışmaya açık olsa bile, toplumsal değişimde yapılması gerekeni daha en baştan çok iyi yakalamıştı: Kadınları ve çocukları muhatap alan metinler yazmak…
Eğer kadınları ve çocukları yakalayabilen, “sakıncalı” Kemalettin Tuğcu romanlarının yerini dolduran kitaplar yazan yazarlar yoksa ortalıkta, çocukluk arkadaşımıza neden sırt çevirdik diye sormadan edemiyorum. Her biri diğerinin tekrarı televizyon dizileri mi, hayat realitesinden iyice uzaklaşmış “Cartoon” çizgi filmler mi dolduracak o boşluğu?
Şayet odalarından dışarı adım atmayan ve en küçük uyarıda isyan bayraklarını çeken bir kuşaksa karşımızda bulduğumuz, belki de hayatımızdan onca “ajitasyon” ve “duygusal yıkım”ına rağmen Kemalettin Tuğcu romanlarını hiç çıkarmamalıydık.