…Allah hiç kimseyi verdiği
imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz...
Talak, 65/7
İnsanlar bu dünyaya farklı imkânlarla geliyor. Bunun hikmeti nedir?
İslam’ın sunduğu dünya görüşüne göre, hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir. Dahası bu dünya, ne için yaratıldığının farkında olmayan ve gaflet içinde yaşayanlar için sadece bir eğlence ve eğleşmeden ibarettir. Hayata bu açıdan baktığımızda her şey geçip giden bir yalan gibidir. Öyleyse bu geçici âlemde insanların farklı imkânlara sahip olması birinci önceliği değildir. Nitekim hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığını ve aslında ebedî hayatın ahiretle başlayacağını düşündüğümüzde, dünyadaki türlü imkânların pek bir önemi kalmaz. Ne demişti Yunus Emre: Mal da yalan, mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan…
Öte yandan bu dünya farklılıklar ve zıtlıklar yeridir. Elbette herkes bu büyük yelpazede farklı bir yerde olacaktır. Bunlar gelişimin zorunlu şartlarıdır. Farklılıklar içerisinde insanlar iletişim kuracak ve bir bütünü tamamlayan farklı parçalar gibi olacaklardır. Herkes aynı parçadan ibaret olsaydı anlamlı bir bütün nasıl sağlanırdı?
Tüm farlılıklar hikmet dolu ilahi iradenin sonucudur. Bununla birlikte dünya, onca nimetlerine rağmen zor bir yerdir. Hayat hep mücadeledir. Âdeta sarp yokuş gibi. İnsanlar göreceli olarak iyi veya kötü şartlarda doğabilirler. Ama aslolan iyi doğmak değil iyi olmak ve iyi kalmaktır. İşte insanın imtihanı budur.
Eğer insan bu dünyaya oyun ve eğlence için gelseydi, yukarıdaki soruda ve itirazda haklılık payı olurdu. Ancak insan dünyaya imtihan için gelmiştir. İmtihan dünyasında üstünlük varlık-yoklukla değil, Muhammedî ahlaka sahip olmakla ilgilidir. Bu, para, mal mülkle elde edilecek bir şey değildir. Ancak azim ve çaba ile olur. İnsana ancak gayretinin karşılığı vardır.
Müslüman olmayan ülkelerde doğan insanların İslam’la tanışmaları ve Müslüman olmaları Müslüman beldelerde dünyaya gelenlerle bir değildir, bu durumda bir eşitsizlik doğmuyor mu?
Tabiatta her yönüyle eşit canlı yoktur. Hepsi varlık, imkân ve şartlar bakımından çeşit çeşittir. İnsan da böyledir. O bir makineden seri üretimle vücut bulmuş değildir. Farklılıklar fıtratındandır. Ancak şunun altını çizelim ki eşitsizlik adaletsizlik değildir. Hatta bazen eşitsizlik adalettir. Tıpkı bir iş yerinde farklı birimlerde çalışanların farklı imkân, sorumluluk ve ücret/maaş dengesinde olmaları gibi, ilahi takdirle insanlar arasında da binbir türlü farklılığa rağmen, adil dağılım ve paylaşım vardır. Hesap günü herkes kendi sorumluluğu ve ameliyle divana durur. Dünyadayken neye sahip olmuşsa ondan hesap verir. Bu nedenle akıl sağlığı yerinde olmayanın dinî sorumluluğu yoktur. Beden sağlığı yerinde olmayan bazı ibadetlerden muaftır. Mal varlığı olmayana mali ibadetler (zekât, hac) farz değildir. Özetle şartlar ve imkânlar bakımından farklılık; sorumluluk kapsamı açısından ise eşitlik ve adalet vardır.
Müslüman olmayan ülkelerde doğan insanların sorumluluğu nedir?
Bu mesele şu dinî ilke ışığında düşünülmelidir: “Teklif imkânla kayıtlıdır.” Yükümlülük insana bahşedilen imkânlarla belirlenir. Allah kimseye gücünü aşan emir ve yasaklarda bulunmaz. Kime ne verildiyse hesap da ondandır. Akıl, kalp, vicdan, duyular, organlar… Hepsi ayrı ayrı sorumludur. Ancak şartların farklılaşması sorumluluğu da değiştirir. İnsan iyilikle sınanmasında akıl, vicdan ve dinî bilgi gibi imkânlara sahipse, hepsinden yararlanmak zorundadır. Ama dinî bilgiye ulaşamamışsa sorumluluğu akıl ve vicdan doğrultusunda gelişir. Bunlarla Allah’ı bilmek ve iyilikler yapmak zorundadır. Çünkü akıl insanı Yaratıcıya; vicdan da iyiliğe götürür.
Böylece tüm insanların Yüce Yaratıcıyı bilme ve O’na şükran duygusuyla yaşama görevi vardır. Ebu Hanife’nin dediği gibi akıl sahibi olan bir insanın evrendeki düzen ve işleyişi gözlemleyerek bu âlemin bir yaratıcısı olduğu sonucuna ulaşmasını engelleyecek bir sebep yoktur. Akıl, bu sistemin bir kurucu iradesinin olduğunu anlayabilecek araçtır. Velev ki O’nun isim ve sıfatlarını bilemesin. Bunları öğretecek olan ise peygamberlerdir. İnsan, eğer kendisine peygamber haberi ulaşmışsa ona tabi olmalıdır. Aksi takdirde aklın yüklediği sorumlulukla Yaratıcısının varlığını keşfetmelidir.
İnsanın Allah’a karşı sorumluluğunun temelinde akıl ve vahiy vardır. Bu ikisi birlikte dinî sorumluluğun zeminidir. Ayrıca insanın ahlaki davranışları gerçekleştirmesi vicdan ile mümkündür. O hâlde İslam’la tanışmış ve İslam Peygamberi ile Kur’an hakkında doğru bilgi edinmiş olan herkesin Müslüman olma ve İslam ahlakı üzere yaşama sorumluluğu vardır. Ancak İslam’la tanışmamış insanlara “fetret ehli” denilebilir. Bunlar aklın gereği olarak Yüce Yaratıcıyı düşünmeli ve O’na şükran duygusuyla yaşamalıdır. Bu duygu onları daha ahlaklı ve ölçülü olmaya sevk edecektir. Keza vicdan vahiyden mahrum da kalsa insanı iyiliğe sevk edebilir. Özetle akıl tefekkür ve tevhid (istikamet); vicdan iyilik ve merhamet (ahlak); peygamber ise iman ve ibadet sorumluluğu (kulluk) yükler.
İnsanlar farklı şartlarda dünyaya gelmelerine rağmen neden İslam’a girmek zorundadırlar?