Her şeyin bir kaynağı vardır ya hani, her şeyin bir kalbi yahut kalbinin attığı yer. Ve her şeyin kaynağına, kalbine ulaşma arzusu. Kaynağına karışma özlemi. Kalbinin attığı o asude iklimin içinde kaybolabilme tutkusu. Her şeyin bir kaynağı vardır ya hani, insanınki kalbidir. Yanı başımızda zaman zaman varlığını unuttuğumuz o çarpıntı. Dünyada çarpıntısıyla ilerlediğimiz, çarpıntısıyla nefeslendiğimiz, hiçbir yere sığmayan Tanrı nurunun gelip sığdığı o küçük et parçası. Kalp kaynaktır insan için. Her şey kaynağına doğru akar ya hani, insan kalbine doğru aktığında ulaşır kaynağına; oradadır Tanrı’nın sessiz esintisi. Her şey kaynağını arar ya tutkuyla, kaynağına doğru akar ya, her şey kendine en lazım sese meftundur ya hani, insanın kalbi bu yüzden meftundur en çok O’nun sesine.
Göğsümün gördüğü bir şey var, der Ahmet Sarı bir şiirinde. Bu aslında dünyaya, yanı başımızda çarpan o bitimsiz kaynakla, kalple bakabiliyor olmanın izahı gibidir. Çünkü ne yazmış olursa olsun onu okuduğunuzda kelimelere sinmiş o mevsimsiz esintiyi hissedersiniz. Onu okumak kalbin ellerine konmuş sığırcıkların şen ötüşlerini, o şenliği duymak gibidir. Onu okumak, çağın baş döndüren hızının içinden sıyrılarak bir kenar, bir kuytu bulup kalbin bozulan tik taklarını o asude zamanların atışına yeniden ayarlamak ihtiyacını bir kez daha hissetmek demektir. Onu okumak denize bakar gibi denizi dinler gibi bir denizde arınır gibi arınmak ve “anne sesinde bile bir anne sesi var bir anne sesi daha” diyerek tekrar tekrar doğmayı keşfetmektir annenin sesinde.
Bu sayımızda, kalbinin göğünün mavisinden yonttuğu kuşları kalbimizin yıldızlı göklerine doğru sessizce havalandıran Ahmet Sarı’nın dingin sesine kulak verdik.
Köstekli saatler, kalp saati, soluğu vakit bilmek, zamanın mekâna sıkışması… Özellikle öykülerinizde, kendini birçok tabirle hissettiren bir kavram olarak karşımıza çıkıyor zaman. Hatta bir öykünüzde, “İnsanların ceplerindeki köstekli saatin tik takları ile kalplerinin tik takları arasındaki bağıntı ne zaman koptu?” diye soruyor anlatıcı. Bu soruyu ben size sorsam: O bağıntı nasıldı, ne zaman koptu ve koptuğunda ne oldu?
Benim zamanla ilgim ya da zamanı lehime kullanabilme kaygım, “ibnü’l vakt” olma çabası denebilir mi buna, zor zamanlarda yaşayan ve bir yönüyle de selim zamanların özlemini çekenlerin kaygısıyla aynı kaygı. Asr-ı saadet vardır. Fetret dönemleri de vardır. Peygamberlerin canlı kanlı tebliğlerinin başında, “emrolundukları gibi dosdoğru” olmaya çalıştıkları zamanlar vardır; bir de gökte yağmur yağacağı zaman nasıl ki yağmurun yağacağını gösteren belirtiler varsa peygamberin geleceğine dair belirtilerin çoğaldığı zamanlar vardır. Biz Allah’ın nurunu tamamlayacağına inanıyoruz. Bu, selim olmayan zamanlarda işimizin daha zor olduğu gerçeğini de ötelemiyor. Müslüman saatinin modern saatlerle ikame edildiği, güneşin ya da görünmeyen meleklerin vakte yardım etmesini görmezden gelip daha soğuk daha seküler daha ayağı yere basan bir zamana evrilmemiz, zamanımıza böylesi bir soğukluk bindirdi. Muvakkithanelerle saat kuleleri, Müslüman saatle alafranga saat, zamanın beşe ya da daha nice vakitlere bölünebilirliği ile tek ve bölünmez bir zamanın varlığı bir düşünce dünyası, zihniyet dünyası cüzüdür aynı zamanda. Buradaki eseflenmem her şeyin modern ya da vahşi kapitalizme gark olduğu dönemlerde bize ait olanın, selim olanın, asude olanın bizi üzgün ve boynu bükük bir yerlerde beklediğidir. Asude olan hiçbir zaman boynu bükük olmamalıdır.
Edebiyatın İyileştirici Gücü kitabınızdaki yazılar, yazının insan ruhunu iyileştiriciliği ile bağını sorgulayan ve o bağı temellendirme gayretinde olan düşüncelerden oluşuyor diyebiliriz. Genelde sanat, özelde ise edebiyat terapi olabilir mi? Yazma ve terapi arasındaki ilişki, yapı neye bağlıdır?
İnsan dünyaya gelen ve dile gelen bir canlıdır. Dünyaya gelmek ve dile gelmek arasında belki başka hiçbir canlıya has olmayan özellikler fıtraten insanoğluna verilmiştir. Dil oluşturma, medeniyet oluşturma insan oluşluğun önemli aşamalarıdır. Sözlü ya da yazılı dil, cennetten tardla birlikte esma bilgisi olarak insanın yedeğine verilmiştir. “Biz ona isimleri öğrettik.” (Bakara,31) ayeti bunun rumzudur. İsimler olumlu da olsa olumsuz da olsa celali ya da cemali de olsa ruhumuzda yerlerini alırlar. İyi sözün ruhumuzu okşadığı, bize iyi geldiği; kötü sözün ruhumuzda yarık oluşturduğu, ruhumuzu bulandırdığı malumdur. Bu bağlamda sözlerle, yazıyla uğraşan edebiyat hele de selim olanın peşinde koşan ya da iyi insan ahlakı ardına düşen edebiyat ruha iyi yönde etki eder. Yazılı olan şeyler elbette insanın hâletiruhiyesi gibi olumsuz olana da evrilebilir. Avusturya edebiyatı örneğin çok karamsardır, şizoittir. Alp dağı baskısı altında klostrofobik bir iklim arz eder. İntiharlar görülür bu edebiyatta. Edebiyatın kötü olanı yücelttiği demler de olmuştur. Ben daha ziyade iyileştirici yönünden yaklaştım kitabımda. Selim olanı talep etmesinden, iyi olana evrilebilmesinden, iyi insan tipini, iyi ahlakı ön plana çıkarıcı bir edebiyat olmasından, buradan hareketle de iyinin iyiyi çağırması düsturuyla ruha da iyi gelmesinden söz etmek diledim. Yoksa sözün insanın ruhunu gül bahçesine çevirebilecek şekilde kullanılma imkânı da vardır birinin kalbini paramparça kılma imkânı da vardır. Bizim tercihimiz iyi olana dairdir. Yazma ve terapi arasındaki ilişki ve yapı, yazan insanın aynı zamanda içini yazarak boşaltmasında, katharsis olmasında, içgörü sağlamasındadır denilebilir. Varlığı bir nar gibi açarak yazma eylemi, bir oturuşta onlarca sayfa yazma imkânı, ruhunuzu ferahlatan, insanı arındıran, yükün atılmasını sağlayan bir süreçtir aynı zamanda. Zihinde biriken bütün yazı birikimini yazarak boşaltmak arınmanın bir türüdür.
Yazmak ile ilgili cümlelerinizde mutlaka “fildişi kule” tabirini kullanıyorsunuz. Yazıyı kendine yük edinen yalnızsa şayet ve bunun için bir fildişi kule gerekiyorsa, yazarlık sabır işiyse ve bir yönüyle gönüllü bir mahpusluk demekse yazmak; toplumdan uzak olmak, asosyal bir yaşantının içinde olmak sanatkârı “iyileştirmek yerine” nevrotik bir ruh hâline iter mi?
Yok, öyle düşünmemek gerekir. Yazarları, sizin de bahsettiğiniz gibi yazma uğraşı nedeniyle kendini asosyal kılan, fildişi kuleye gönüllü hapseden kişileri Freud zaten nevrotik olarak görüyor. O işin psikanalitik yanı. Bir çocuğun hayalî oyun kurması gibi kendine kurmaca evrende bir hayalî dünya inşa eden ve oyun oynayan bir yazar gerçeklikten kopmuştur ve kendi hayalî dünyasında kaybolmuştur. Yalnızlığı dulda kılmıştır kendisine. Benimkisi içi rahatlatan bir arınma sürecidir. Peygamberlerin neden çoğunun çoban olduğu, çoğunun neden kovuklara, balina karnına, kuyuya, mağaralara kapandığı, kapatıldığı sorusuyla bu durumu düşünmek gerekmektedir. İnsanı iyileştiren, sağaltan, kendini hızlı dünyadan kopartıp yavaşlıkla iç muhasebe yapmasını sağlayan bir edimdir bu edim. Şehrin dağdağasını, şehrin ışıltısını, carpe diem’ini seçmek yerine ondan uzakta, elbette bir şekilde ona bağlı ama bu bağını minimalize etmiş hâliyle yaşayan bir yazar bilinçli ve mutludur. Bu kaderi bile isteye seçmiştir ve amor fati durumdadır. Kaderini sever. Elbette intihar eden, yalnızlığın derinlikli katmanlarına alışamayan, asosyalliğinden nefes alamayan yazarlar da intihara ya da deliliğe doğru yol almışlardır ama bunu tüm yazar ve şairlere işmal edemeyiz kanaatindeyim.
2300 sene önce İskenderiye Kütüphanesi üzerinde şunun yazılı olduğu söylenir: Ruhu sağaltıcı mekânlar. Kitabınızda geçen bu anekdottan da hareketle edebiyatın ya da kurmacanın şifa ve sağaltım noktasında “okur” için ifade ettiği anlama dair neler söylersiniz?
Yukarıdaki soruda bu soruyu açma imkânı bulmuştum. Ruh şayet bize Allah’ın (c.c.) soluğuysa, o nefha sözün, o iyi soluğun kendisine iyi geleceğini düşünmüş eskiler. Philosophia, Philologia, hakikat sevgisi, erdem sevgisi, dinler tarihi, iyi insan olabilme duygusu ve düşüncesi, şifahi ve yazılı metinlerde hep iyiliği ve erdemi, doğruluğu ve insana fayda sağlayacak her şeyi ön plana çıkarmış anlatacaklarında. Konuşursan hayır konuş yoksa sus’a denk bir durum bu. Söz, öze fayda verirse, kıssada hisse olumlu ise masalda mesel bizleri happy end’e götürürse bu iyi görülmüş. O bakımdan milyonlarca kitabın ruha doğrudan teması vardır. Hele bunlar ahlakı, erdemi, fazileti, insanlığı, adabı, edebi, rikkati anlatan kitaplarsa. Hepsinden ruha doğru dersler çıkarılabilir. İnsan binlerce sene öncesinin metninden ruhuna faziletler devşirebilir. Okur için edebiyatın ya da yazılı ve sözlü edebiyatın faydası budur.
Kurmacanın her zaman yalnızca güzel sözlerden oluşmadığını göz önünde bulundurursak şayet, bibliyoterapinin yaralı ruhlarda özdeşleşme yoluyla her zaman bir iyileştirme ya da sağaltım sağladığını söyleyebilir miyiz? Örneğin döneminde yaygın intihara sebep olan Genç Werther’in Acıları gibi kitapları nereye koymalıyız?
Haklısınız. Biraz önce dillendirdiğim gibi iyi söz olduğu gibi kötü söz de vardır. Daha doğrusu insan sözü iyiye evriltebildiği gibi kötü amaçlara da evriltebilir. Dua ve bedduada olduğu gibi; güzel, ruha iyi gelen sözlerle küfürler gibi. Erdeme davet eden sözler ya da hedonist hazlara, cinselliğe, sapkınlıklara açılan sözcükler gibi. Edebiyatı bu bağlamda iyi amaçla değil de yahut edebiyatın temasını, konusunu, karakter şekillendirmesini iyiye doğru değil de kötülüğe, pesimizme ve karamsarlığa yönlendiren yazarlar vardır. Edebiyatın tarihi profan ve sakral temalı içerikleri barındırıyorsa, memento mori’yi öne çıkaran, ölümü anmayı gerekli gören edebiyatla “gününü gün et” diyen carpe diem’i ön plana çıkaran edebiyat da olacaktır. Eserlerinde Tanrı susuzluğunu değil, metafiziki derinlikleri değil de fiziki güzelliklere, seküler sorunlara, profan dertlere dikkat çeken yazarlar da olacaktır. Bundan çok da kalemini ve anlatış biçimini iyiden yana değil de bilinç kırılmalarından, şizoit dilden, karmakarışık duygu geçişlerinden, modern dünya kâbuslarından, intihardan süzen yazarlar olacaktır. Edebiyat, dediğiniz gibi mutlak iyileştirir diye bir şey yok; edebî metin insana yeis, hüzün, melankoli hatta uç noktada intiharı bile öğretebilir. Benim tercihim iyileştirici yönünde oldu. Kitabı bu nedenle yazdım.
Yukarıdaki sorumla bağlantılı şöyle bir soru daha sormak istiyorum: Göksel ve semavi metinler bibliyoterapi noktasında nerede durur? Dil ve şifa arasındaki ilişkiye dair neler söylersiniz?
Kutsal metinler Allah’ın (c.c.) soluğunu, retoriğini içinde barındırdığından insanın ihtiyacı olan ne varsa hepsini o sözcüklerde, o ayetlerde bulma imkânı görülür. Kur’an’da, Kur’an’ın ruhlara şifa olduğu üzerine ayet çoktur. Kur’an’ın ruhları teskin ettiğinin, bir nevi kargaşada olan ruhlar için onun bir müsekkin olduğunun, şifa olduğunun altı çizilir. İster okunuşu ve seslerin oluşturduğu güzellikler, isterse içinde ele aldığı ve insanın dünyada karşılaşacağı durumlar için hele de mesellerden kendisine ders çıkarabileceği eski teselliler gibi çok güzel condition humaine insanlık durumları içersin o her yönüyle şifadır. İnsan değişmediği için her zaman insan kalacağı ve sorunları da temelde aynı olacağı için semavi metinler insanın bu durumlarıyla ilgili göksel bir solukla ruhlarımızı aydınlatır. Bir çocuk için anne sesinin ferahlığı neyse Allah’ın, Kur’an’daki sesinin bizlere, daha doğrusu Kur’an’la ya da diğer semavi metinlerle yüzleşenlere aynı ferahlığı verdiği kesindir.
Edebiyat, hayal gücünün yardımıyla uydurulmuş sözcüklerle oluşturulan bir edimse eğer kurmaca tamamıyla yalan mıdır? Yahut kurmaca, hakikatin sularını hangi noktadan sonra yalanla bulandırır?
Kurmacanın gerçekten saptığını, en azından gerçek olmadığını söyleyenler vardır. Eflatun’un mağarasında olduğu gibi gerçek, hakikat, mağara girişine arkası dönük kişinin ardındaysa, duvara yansıyanlar da o gerçeğin görüntüleridir. O görüntüler gerçek olmadan elbette beliremez ama onların gerçeğin ta kendisi olduğu da söylenemez. Gerçeğin kırılmış görünümleridir onlar. Gölgelerdir. Bu hakikat ve hayal için de öyledir. Hakikat aslolansa hayal yalana, kurmaca olana, fiktif olana denk düşer. Edebiyat son zamanlarda hele de postmodern devirlerde hayalin hakikatte, hakikatin de hayalde olduğuna dair örnek metinler sunsa da çok eskiden beri, kurmaca (yalan) ile gerçek (hakikat) arasındaki sınırların aşınması üzerine metinler oluşturulmuştur. Tristram Shandy’den Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne kadar bu eserleri sıralayabiliriz. Kurmacada hakikat payı ya da hakikatte kurmaca payı yazardan yazara değişir. Otobiyografik unsurları yoğun içeren romanlardan (Oğuz Atay, Max Frisch) bu unsurları metinlerinde ele almayı amatörlük olarak gören yazarlara kadar bu paye ile çok oynanmıştır. Ama bizler, hakikatte kurmaca, kurmacada hakikatin gizli olduğunu söyleyebiliriz. Hele de insan uykudadır, ölünce uyanır hadisi önümüzde durunca.
Şair, yazar, çevirmen, akademisyen… Yazmak noktasında da okumak noktasında da çok yönlü biri olduğunuzu metinlerinizden anlamak mümkün. Hem yazar hem okur olarak Ahmet Sarı’ya göre iyi edebiyat ne yapar?
İyi edebiyatın insanı mutlu kılacağını, daha doğrusu iyi edebiyatın ardına düşen ve onu gerçekten isteyen kişileri mutlu kılacağını düşünüyorum. İyi edebiyat da görecelidir. Benim için sinema, authör sinemadır. Abbas Kiyarüstemi’den Zoltan Korda’ya kadar authör sinema benim ruhumu sakinleştirir. Bundan haz duyarım. Başkası için bu iyilik kitsch olana, değersiz olana, ucuz olana da evrilebilir. Benim için Kafka metinleri, Dostoyevski, Tolstoy, Thomas Mann, Hermann Broch, Robert Musil iyidir. Bir başkası kendi ruhuna iyi gelecek metinleri daha basit yazarlardan, eğlencelik yazarlardan, moda yazarlardan, girift olmayan, düz anlatan yazarlardan, düz metinlerden bulabilir. Ruha anlatı yoluyla nişane takan yazarlar, ruhun katmanlarını açan, ruha doygunluk sağlayan, derin dehlizlerimizi aydınlatan yazarlar iyi edebiyatın temsilcileridir bana göre.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam..