Bizler, Hakikatte Kurmaca, Kurmacada Hakikatin Gizli Olduğunu Söyleyebiliriz. Hele de İnsan Uykudadır, Ölünce Uyanır Hadisi Önümüzde Durunca.

SÖYLEŞİ : Sümeyye ÖZGEN

Her şeyin bir kaynağı vardır ya hani, her şeyin bir kalbi yahut kalbinin attığı yer. Ve her şeyin kaynağına, kalbine ulaşma arzusu. Kaynağına karışma özlemi. Kalbinin attığı o asude iklimin içinde kaybolabilme tutkusu. Her şeyin bir kaynağı vardır ya hani, insanınki kalbidir. Yanı başımızda zaman zaman varlığını unuttuğumuz o çarpıntı. Dünyada çarpıntısıyla ilerlediğimiz, çarpıntısıyla nefeslendiğimiz, hiçbir yere sığmayan Tanrı nurunun gelip sığdığı o küçük et parçası. Kalp kaynaktır insan için. Her şey kaynağına doğru akar ya hani, insan kalbine doğru aktığında ulaşır kaynağına; oradadır Tanrı’nın sessiz esintisi. Her şey kaynağını arar ya tutkuyla, kaynağına doğru akar ya, her şey kendine en lazım sese meftundur ya hani, insanın kalbi bu yüzden meftundur en çok O’nun sesine.

Göğsümün gördüğü bir şey var, der Ahmet Sarı bir şiirinde. Bu aslında dünyaya, yanı başımızda çarpan o bitimsiz kaynakla, kalple bakabiliyor olmanın izahı gibidir. Çünkü ne yazmış olursa olsun onu okuduğunuzda kelimelere sinmiş o mevsimsiz esintiyi hissedersiniz. Onu okumak kalbin ellerine konmuş sığırcıkların şen ötüşlerini, o şenliği duymak gibidir. Onu okumak, çağın baş döndüren hızının içinden sıyrılarak bir kenar, bir kuytu bulup kalbin bozulan tik taklarını o asude zamanların atışına yeniden ayarlamak ihtiyacını bir kez daha hissetmek demektir. Onu okumak denize bakar gibi denizi dinler gibi bir denizde arınır gibi arınmak ve “anne sesinde bile bir anne sesi var bir anne sesi daha” diyerek tekrar tekrar doğmayı keşfetmektir annenin sesinde.

Bu sayımızda, kalbinin göğünün mavisinden yonttuğu kuşları kalbimizin yıldızlı göklerine doğru sessizce havalandıran Ahmet Sarı’nın dingin sesine kulak verdik.

Köstekli saatler, kalp saati, soluğu vakit bilmek, zamanın mekâna sıkışması… Özellikle öykülerinizde, kendini birçok tabirle hissettiren bir kavram olarak karşımıza çıkıyor zaman. Hatta bir öykünüzde, “İnsanların ceplerindeki köstekli saatin tik takları ile kalplerinin tik takları arasındaki bağıntı ne zaman koptu?” diye soruyor anlatıcı. Bu soruyu ben size sorsam: O bağıntı nasıldı, ne zaman koptu ve koptuğunda ne oldu?

Benim zamanla ilgim ya da zamanı lehime kullanabilme kaygım, “ibnü’l vakt” olma çabası denebilir mi buna, zor zamanlarda yaşayan ve bir yönüyle de selim zamanların özlemini çekenlerin kaygısıyla aynı kaygı. Asr-ı saadet vardır. Fetret dönemleri de vardır. Peygamberlerin canlı kanlı tebliğlerinin başında, “emrolundukları gibi dosdoğru” olmaya çalıştıkları zamanlar vardır; bir de gökte yağmur yağacağı zaman nasıl ki yağmurun yağacağını gösteren belirtiler varsa peygamberin geleceğine dair belirtilerin çoğaldığı zamanlar vardır. Biz Allah’ın nurunu tamamlayacağına inanıyoruz. Bu, selim olmayan zamanlarda işimizin daha zor olduğu gerçeğini de ötelemiyor. Müslüman saatinin modern saatlerle ikame edildiği, güneşin ya da görünmeyen meleklerin vakte yardım etmesini görmezden gelip daha soğuk daha seküler daha ayağı yere basan bir zamana evrilmemiz, zamanımıza böylesi bir soğukluk bindirdi. Muvakkithanelerle saat kuleleri, Müslüman saatle alafranga saat, zamanın beşe ya da daha nice vakitlere bölünebilirliği ile tek ve bölünmez bir zamanın varlığı bir düşünce dünyası, zihniyet dünyası cüzüdür aynı zamanda. Buradaki eseflenmem her şeyin modern ya da vahşi kapitalizme gark olduğu dönemlerde bize ait olanın, selim olanın, asude olanın bizi üzgün ve boynu bükük bir yerlerde beklediğidir. Asude olan hiçbir zaman boynu bükük olmamalıdır.

Edebiyatın İyileştirici Gücü kitabınızdaki yazılar, yazının insan ruhunu iyileştiriciliği ile bağını sorgulayan ve o bağı temellendirme gayretinde olan düşüncelerden oluşuyor diyebiliriz. Genelde sanat, özelde ise edebiyat terapi olabilir mi? Yazma ve terapi arasındaki ilişki, yapı neye bağlıdır?