Nabizade Nazım

Vefat edenlerin ardından nasıl bilirdiniz sorusunu cevaplarken dikkate alınacak ölçütlerin çeşidi vardır. Kimini yakından tanıdığımız için hakikaten iyi biliriz kimini uzaktan bilsek de iyiliğine şahitlik ederiz. Kimini ise yalnızca kul olduğu için onunla oturup kalkmasak, yiyip içmesek de hayırla uğurlarız. Her ne olursa olsun yani aradaki mesafe değişse bile cevap çoğunlukla iyi bilirdik şeklinde olur. Artık giden gitmiştir ve bir daha yalan dünyaya dönmeyecektir. Lakin gitmiş olsa bile konuşmaya devam eden, üreten birileri vardır: Elbette yazarlar ve şairler... Onların ömrünü doğum ve ölüm tarihleriyle sınırlamak çok mümkün değildir. Bazen bir külliyatla veda ederler bazen birkaç kitapla. Ama talihlerinde anılmak varsa Koca Ragıp Paşa’nın dediği gibi “Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir.” denilebilir. Yazdıklarıyla adları, sanları söylenir durur. İşte Nabizade Nazım da kısa denilebilecek ömrüne rağmen edebiyat tarihimizde adı anılan yazarlardan biridir.

Her ne kadar ilk köy romanı ya da uzun hikâye kabul edilen Karabibik’le şöhret kazanmış olsa da Nazım, şehirlidir. Üstelik İstanbul’da Nişantaşı’nda doğar. Nişantaşı’nın o zamanki hâlleri ile şimdiki karşılığı aynı mıdır bilinmez ancak yine de ayrıcalıklı bir yer olduğu aşikârdır. Ailesi ona Ahmet Nazım adını koyar. Ahmet Nazım çok küçük yaşta annesiz kalır. Babası yeniden evlenir lakin kısa bir süre sonra, henüz ilkokul çağlarındayken önce babası sonra da babasının ikinci hanımı olan üvey annesi de vefat eder. Küçük Nazım için bu kayıplarla beraber hayat biraz zorlaşır. Buna rağmen öğrenim hayatını tamamlar. Sırasıyla Tophane’de bulunan Sıbyan Mektebi’nde, Fevziye Rüştiyesi ve ardından Beşiktaş Askerî Rüştiyesi’nde okur. Askerî Rüştiye ona yalnız diploma değil okulda görev yapan Farsça hocası Muallim Cudi sayesinde okuma, yazma hazzını da kazandırır. Ancak Ahmet Nazım edebiyatçı değil asker olmayı tercih eder. Askerlik bir ocak, ocaksa ta o zamandan bugüne yuvadır. Küçük yaşta ailesiz kalan Nazım için de böyle bir yuva lazımdır belki de. Nihayetinde topçu teğmeni olur. Askerî rütbe almaya devam etse de o, öğretmenin tadına varacağı hocalığa başlar. Harp Akademisi’nin istihkâm, topografya, matematik dersleri ondan sorulur. Lakin askerî görevlerine de devam eder. Sonradan adını farklı şekilde hayat öyküsüne yerleştireceği Kaş’a arazi çizimleri yapmak için gider. İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra da Ayşe Naciye Hanım ile evlenir. Ancak ecel takiptedir. Henüz evliliğinin ilk yılında kemik veremi hastalığı nedeniyle rahatsızlanır ve 1893 yılında ölür. Öldüğünde otuz bir yaşındadır.

Asker olan ama edebiyatla bağını hiç koparmayan Ahmet Nazım daha çok bilinen adıyla Nabizade Nazım, edebiyat tarihlerinde ara nesil arasına konularak dönem yazarlarına göre daha kısa anlatılan biri olsa da yaptıkları ömrü kadar kısa değildir. Cüretli adımlara erkenden başlar. Tanzimat’ın Hâce-i Evvel’i Ahmet Mithat Efendi’yle tartışmaya dahi girer. 1890 yılında Ravi takma adıyla Nazım, Tercüman-ı Hakikat’in sayfalarında boy gösterir ve yenileşme döneminin en yeni çocuğu olan roman üzerine tartışır. Böylece yalnız fen kitaplarının yazarı olmayacağının sinyallerini verir. Nitekim roman, hikâye, şiir yazar, yayımlar, tercümeler yapar. 1881’de Ceride-i Havadis’te tefrika edilen Hoşnişin/Cihanda Safa Bu mudur? adlı bir tiyatrosu yayınlanmış olsa da o şiirle güç kazanır. Çünkü dönem yenileşme devri kabul edilse de kuruldukları zemin şiir devrinin zeminidir, yani eskidir. Dolayısıyla o da çağdaşları gibi şiirle başlar edebiyat yolculuğuna. Muallim Naci, nasıl Mehmet Akif’i ve birçok kişiyi etkilemişse Nazım’ın ilk şiirlerine de etkisi siner. Bu etki yerini diğer edebî üstatlarla, Abdülhak Hamit ve Recaizade ile devam ettirir. Şiir Nazım’da heves değildir zira şiir ayrıca kafa yorduğu bir sanattır. Hatıra-ı Şebab, Heves Ettim ve Mini Mini yahut Yine Heves adlı üç kitap yayımlarken ön sözlerinde de şiir türünün ve kendi şairliğinin eleştirisini yapar. Türk edebiyatının “fennî şiir” tanımı Nabizade Nazım’a aittir. Şiir onun için mühimdir çünkü “Şiiriyet” adını taşıyan bir yazısında “Çocuklarımıza okutmak için bir müntehabat-ı eş’ar tertibine teşebbüs olunsa, çocuklara okutacak pek çok parçalar bulunamaz.” diyecek kadar o güne kadar okuduklarından memnun değildir.

Müptedi diye tarif ettiği ve şiirleri için tevazuuyla biraz da öz eleştiriyle eklediği çocukça hevesler benzetmeleri yanında şiir tanımı dikkat çeker. Şiir onun için “zevki okşar kavl-i âkilane”dir. Az önce dediğimiz gibi o yıllarda hâlâ eski şiir diye adlandırılan divan şiirinin etkisi modern şiirde oldukça belirgindir. Oysa Nazım, Şinasi’nin yapmaya çalıştığı serbest şiiri savunur. Şiir için vezin, kafiye gibi unsurların zorunlu olmadığını söyler. Aksine akıl ve zevk daha mühim iki ögedir. Şairse eğitimli olmalıdır. Fennî şiiri yazacak kişi iyi bir okul mezunu olmak yanında insan doğasını da iyi bilmeli, tabiatı, coğrafyayı tanımalıdır. Felsefeden bihaber olan kişinin şair olmasını düşünemez.