“Bırak bozuk saatler yalan yanlış işlesin”
Arif Nihat Asya
Saati ayarlamak için önce saatin vakti göstermediğinin farkına varmak gerekiyor. ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ Tanpınar’ın zihnine böyle bir farkındalıkla düştü. Romanının tefrika edildiği günlerde Azra Erhat’a söylediği cümle sebeb-i telif olarak kayıtlara geçti: “Şehir saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığım bir günde, Kadıköy iskelesinin saati altında birdenbire onunla karşılaştım ve bir daha beni terk etmedi.”
Hayri İrdal’dan bahsediyordu Tanpınar, romanının efsanevi karakterinden. “Ondan kurtulmak için bu hikâyeye başladım. Bütün eserlerim böyle olur. Onun içindir ki çok defa birisi tarafından anlatılır...” diyordu sözünün devamında. Bir roman kahramanından kurtulmanın zorluğuna dikkat çekerken Tanpınar, acaba bir medeniyetten ayrılmanın zorluğundan mı bahsediyordu! İki medeniyet arasındaki bocalayışımızın hikâyesiydi anlatmak istediği ve bahaneydi ayarsız saatler.
Hayri İrdal ve Halit Ayarcı karakterleriyle temaşa ettirdiği bu trajik direkler arasına yolumuzu düşürdüğümüzde, saat ustası Nuri Efendi’nin, Halit Ayarcı’nın karşısına geçip bir daha söylediğini görüyorduk o rüzgârlı cümleyi: “Ayar saniyenin peşinde koşmaktır! Bu demektir ki iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Hâlbuki biz ne yapıyoruz? Bütün memleket ve şehir ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz.”
Ayar istasyonları, varsın saatleri durmuş hanımların ve beylerin saat ayarlarını yeniden yapabilmek için gece gündüz çalışsın Tanpınar’ın romanında; hocası Ahmet Haşim, ‘Müslüman Saati’ adlı denemesiyle teşhisi çok önceden koymuştu. Yabancı saatlerin hayatımıza girişini bir ‘istila’ olarak tanımlayan Haşim, “‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de ‘saat’lerimiz ve ‘gün’lerimiz vardı.” diyerek açtığı pencereden bir fecir vakti şu manzarayı seyrediyordu: “Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor…”
Haşim’e göre kaybettiğimiz saatler ‘babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatler’di. Vaktin şuurunda olduğumuz bu saatlerden bir anda ne kadar uzak düşmüştük. Mesele resimlerin ve iklimlerin değişmesi değil, ezan saatlerine göre ayarlanmış ömürlerin yeni kalıplarla biçimlendirilmesiydi. Koparıldıkları hayatı tanımakta güçlük çekiyordu ruhlar. Ayrıldıkları bedenlerine bir yabancıya bakar gibi bakıyorlardı. Evlerin içi boşaltılmış, duvarların rengi değişmişti.
Hayatımız sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim edildiğinden, ruhlarımızın o saati tanıması mümkün değildi. Yeni ‘ölçü’ bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski ‘gün’ün bütün setlerini harap etmiş ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni ‘gün’ vücuda getirmişti. Müslümanların eski mesut günü değil ‘köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüydü’ bu!
Kapitalist dünyanın bitmeyen gününden söz ediyordu Haşim. Gün bitmeyecekti ki kölelerin mesaisi de bitmesin. Muzdariplerin kızıl ve perişan gözleri için günün ilk ışıltıları, boyunlarına geçirilecek hayat ipinin kanlı ilmeğine düşen aydınlıktan başka neydi! Fecir saati böyle miydi ya! Uyku noktalanmış, beden suyla buluşmuş, seccade kıbleye döndürülmüş, neşe ve ümitle dolmuştu kalp.
“Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.” diyordu Haşim özlemle, “Bütün mabetler içinde, güneşten ilk ışık alan camidir.” Sahi neredeydi o aydınlık yüzler? O yüzlerin kaybolmasıyla beraber fecir sırra kadem bastı. O saatlerde kimse uyanmıyor artık. Horozlar mı? Onları kaybedeli çok oldu. Şehrin ilk sesleri arasında bu meleksi çığlıklar yer almıyor artık. Şairin ifadesiyle “Birçoklarımız için fecir, artık gecedir.”
Gece kayboluşun da örtüsü. Fecir bu örtünün ucundan tutup kaldırana kadar şair ellerini ağzının iki yanına koyup bağıracak: “Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz!” Tanpınar bu sesi duyup direkteki saate bakacak ve Kadıköy vapurunu kaçırmamak için hızlı adımlarla iskeleye yürüyecek. O da ne, vapurun pervanesi denizi köpürtüyor! Vapur kaçırmaktan daha korkunç bir şey yok! İsmet Özel, “Bu vapuru kaçırırsam beni cinnet basar.” demişti, Tanpınar bu romanı yazamazsa ne olurdu kim bilir!