Gün var ya da yok, bunu bilemeyiz ama akşam kaybolmaya meyyal bir dilimi zamanın. Adı konmamış, dile getirilmeyen bir kuraldır bu; yaz akşamları mutlaka ama mutlaka gecikir. Bilmediğimiz bir döngünün limanından gelir, saltanatını yaşar ve hiçbir şey olmamış gibi gölgeli gerçekliğine döner. Gün, ufuktaki mor dağlara kavuşmakta acelesiz davranır. Zamanın sukût ettiği, ilerlemediği bir noktadır bu. Dünyanın dönüp duran başı durulur gibi olur, telaş azalır. İşte tam da o yavaşlık içinde annemle yürüyüşe çıkmaya başlamıştık. Oysa yürümek pek de âdeti değildi.
Hava sıcaktı, ikindi ezanı okunalı bir saat kadar olmuştu. Çardakta fasulye ayıklıyor, havadan sudan konuşuyorduk. Çoğunlukla da eskilerden. Annem bir anda yerinden kalktı ve dış kapıya doğru giderken ben yürümek istiyorum, benimle gelir misin Ercan, dedi. Cevabımı beklemeden yazmasını düzeltti, terliklerini giydi, baston niyetine yaslandığı uzun sopayı eline aldı eşikten. Cevap vermek yerine ben de terliklerimi giyip düştüm peşine. Akşam yürüyüşlerimize ilk adımı böyle attık.
Annem, yorgun bacaklarını sürüyerek yolun iki yanında uzayan kavakların hışırtısı altında acelesiz yürürdü. Niye telaş etsindi ki? Dünyayla bir alıp veremediği yoktu onun. Sadece hâlsizdi, birazcık hareket etse bile nefesi kesiliyordu. Ben sabah yürüyüşlerini sevsem de annemin hâli olmazdı sabahları. Ancak toparlardı gücünü kuvvetini ikindiye kadar. Ben de onunla birlikte alıştım akşam yürüyüşlerine. Şimdi yan yana kaygısız yürüyoruz. Gün batısını ardımıza aldığımız için gölgelerimiz uzuyor yolun ormanla kesiştiği noktaya doğru. İkimiz de yalnızca kendi gölgemize basıyoruz. Birbirimizin gölgesine basmamaya dair sessiz sözsüz bir anlaşma var aramızda. Annem ayaklarını sürüyor, ben onu takip ediyorum bir iki adım gerisinden. Anneme bakarken onun gençliğini, benim çocukluğumu seyrediyorum. Her adımda biraz daha uzaklaşıyoruz iyi bildiğimiz geçmişimizden her adımımızda hiçbir şey bilmediğimiz yarına biraz daha yaklaşıyoruz.
Köyden, dağ başındaki bu yorgun hayaletten ayrılalı yirmi yıldan fazla olmuştur. Ara ara geldiğim olurdu ama bu kısa ziyaretlerden hafızamda iz kalmadı sanki. Sadece ne zaman gelirsem geleyim hiçbir şeyin değişmediğine şaşırdığımı hatırlıyorum. Tabii aslında yıllar içinde birçok şey değişiyordu. Mesela yolu asfaltlamışlardı, telefon hattı çekmişlerdi asfalt köy yolu boyunca. Uzaktaki vadilerden birine baraj yapmışlardı ve sabah güneş doğarken dev bir gümüş tabak gibi parlıyordu vadinin bu yeni unsuru. Yeni olanlar, yenilikler eskiyi değiştiremezmiş gibi gelmiştir bana hep. Belki de ben değişikliği kabul etmek istemez, kendime yediremez, her şeyin yerli yerinde durduğu inancıyla ayrılmak isterdim annemin doğduğu evden.
Dedem buranın yerlisi değildi. İmparatorluğun son yıllarında, asayişin ortadan kalktığı bir dönemde akrabalarından birinin karıştığı bir cinayet yüzünden pusuya kurban gitmemek için kaçmış, ta buralara kadar gelmiş. Bahçelerde ırgatlık, dağlarda çobanlık yapmış. Sonra anneannemle evlendirmişler, bu tepeyi göstermişler ev yapsın diye. Köyün asıl mahallesinin, merkezinin epey dışındaki biçimsiz çorak bir tepenin üstüne iki katlı ahşap bir ev kurmuş. Marangozluktan anlarmış rahmetli. Yaptığı ev seksen sene sonra bile hâlâ sapasağlam bu yüzden. Ne bel veren bir kirişi var ne de eğrilen bir direği. Taban tahtaları, tavanı ilk günkü gibi duruyor. Bu ev bende değişmemenin, zamana direnmenin sembolü gibi. Kapısından içeri ne zaman girsem bugünün rahatsız edici kırılganlığından çocukluğumun ayakları yere sağlam basan gerçekliğine geçiyorum. Bir şeyler değişse de hiçbir şey değişmiyor orada. Gölgelerimizin boyları bir uzuyor bir kısalıyor ama gölgeler hep bizim, daima.
Dağ başındaki hayalet; çocukluğumdaki gibi ıssız, yalnız, korkutucu. Bende de durum farklı değil aslında. Yıllardır aynı kurumda çalışıyordum, aynı masada. Evlenmemiştim. Küçük bir evim vardı ve eşyalarımın hepsi neredeyse ilk yerleştirdiğim yerlerinde duruyordu. Eşyalarının yerini değiştirmekten aciz bir adam…
Gerçi evlenmemiş olmak insanlar için daha büyük hayret sebebiydi. Hâlen de öyle ya, neyse. Önce bir şaşkınlık, gözlerini belerterek “Aaa!” şeklinde bir ünlem, kimi zaman bu ilk şaşkınlığın ardından “Hiç mi?” şeklinde münasebetsiz bir muhasebeci sorusu. Evet hiç. Üç kere deneyip dördüncüde vazgeçmiş değilim, hiç sadece hiçtir. Niyetlenmedim bile. Hatta nişan veya söz kesme bile olmadı. Annem pek girişken bir kadın değildi, akrabalarla da aramız yoktu nedense. Bir gün köydeki komşulardan biri “Keser kendi sapını yontar mı oğlum Ercan? Sen bu işte sana önderlik edecek bir dünürcü bul en iyisi.” demişti. Doğru, keser kendi sapını yontmuyordu. Kırk beş yaşımda gayet iyi idrak edebiliyorum bunu. Dünürcü de bulamamıştık uygun bir kısmet de. Şimdi annesinin dizinin dibinde, onun gölgesine basmamaya çalışarak yürüyüşlere çıkan biriydim. Hepsi bu kadar.