Büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mesnevi’sinde konuşmanın önemine, söylemeye ve dinlemeye dair pek çok hikâye anlatır. Birçok hikmet barındıran hikâyelerinden biri de şöyledir: Birbirinin dilinden anlamayan dört kişi kendilerine verilen bir dirhem ile ne alacakları konusunda anlaşmazlık yaşarlar. İlki “Ben bu parayı ‘engûr’a vereceğim.” der. Diğeri Arap’tır ve “Hayır, ben ‘ineb’ isterim, engûr istemem.” diye karşılık verir. Türk olan “Bu para benim, ben ineb istemem ‘üzüm’ isterim.” der. Dördüncü ise Rum’dur ve “Bırak bu lafları, biz ‘istafil’ isteriz.” şeklinde itirazını dile getirir. Derken anlaşmazlık büyür, yumruklaşmaya kadar varır iş. Mevlana, bu olaya yüzlerce dil bilen kudret ehli biri şahit olsaydı, onları nasıl uzlaştırırdı şöyle aktarır: “Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm. Gönlünüzü bana teslim edin, bu dirhem sizin dördünüzün de isteğini karşılar. Ancak sizin sözleriniz nifaka sebep olur fakat benim sözüm sizleri birleştirir. Susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım.” 1
Mevlana, bu hikâyesinde üzümü kendi dillerince telaffuz ederek isteklerinde ısrarcı olanların münakaşasında farklı milletten insanları örnek vermiş olsa da aynı dili konuşan pek çok insanın da zaman zaman benzer sıkıntılarına şahit oluruz.
Varlık dünyasında her bir canlı türünün kendi aralarında bir iletişim şekli olmakla birlikte konuşarak anlaşmak insan için ayırt edici bir vasıftır. Felsefede pek çok düşünür, dilsel varlık oluşunu ön plana çıkararak insanı “konuşan varlık” olarak tanımlar. Konuşmaktan kastın ise sadece iletişime geçmek olmadığının altını çizen psikiyatr Erol Göka, konuşmanın anlamaya ve anlaşılmaya matuf bir eylem olduğunu belirtir. Anlaşılmanın insan için yeme, içme ve barınma kadar doğal bir ihtiyaç olduğunu da bu arada söylemek gerekir.
Başta Sokrates olmak üzere birçok isme mal edilen “Konuş ki seni görebileyim.” sözünün de ifade ettiği gibi insanı varlık sahnesinde görünür kılan dilidir. Bir konuyu nasıl ele aldığı, ifadesinde hangi kelimeleri seçtiği ya da söylemekten kaçındığı sözcükler, kişinin muhayyilesi hakkında fikir verir muhatabına. İnsanın dış dünyaya açılan kapısı olan sözcükleri, anlatmak istediğini “tam anlamı”yla ifade edecek şekilde kullanması büyük oranda ana dilinin imkân ve inceliklerini bilmesiyle alakalıdır.
Şifahi olarak aile ortamında ve yakın çevrede öğrenilen dilin, dil bilgisi ve imla kurallarıyla okul yıllarında tanışılır. Zaman içerisinde okunan kitaplarla da kişi, dilin imkânlarını fark eder. Bu süreçte insanın zihin dünyasını nasıl besleyeceği önem kazanır elbette. Çünkü okudukları ve dinledikleri, insanın ufkunu açar, yaşadığı dünyayı, geçmişini ve geleceğini öğretir, hayata bakışını şekillendirir. Okuma ve dinleme eyleminin sağlam bir zeminde varlığını sürdürmesi ile kelime dağarcığı gelişir ve dimağı zenginleşir. İnsan sözcükler yardımıyla anlama ulaşır, ulaşılan anlamlar ise muhayyileyi geliştirir. Bu noktada anlam, düşünce ve dil birbirinden bağımsız olmamakla birlikte birbirini de besler. Yakın tarihimizin önemli mütefekkirlerinden Nurettin Topçu’nun dediği gibi ana dilini hakkıyla bilmeyen, dilin inceliklerine tam manasıyla sahip olmayan bir kişinin ne kendi ruhunu ne de kâinatın sırlarını (ruh bilim ve felsefeyi) anlaması beklenemez.
Ana dilin kullanımına yönelik yapılan araştırmalar gösteriyor ki Türkiye’de günlük konuşmada ortalama 400 kelime kullanılıyor. Ana kelime sayısı 78 bin olan Türkçenin binde beşine tekabül ediyor. Buna göre büyük bir kelime hazinesine sahip olma imkânına rağmen biz az bir miktarıyla yetinerek “Iıı, şey, yani, aynen…” gibi ifadelerle derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Bu araştırmaların sonuçlarını değerlendiren Türkolog Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, kullandığımız kelime sayısını azaltan sebepleri şöyle dile getiriyor: “Yeteri kadar beyin jimnastiği yapmamak, okuma ve düşüncede tembellik, edebiyata ilgisizlik, sık kullanılan kelimeleri kaldırma girişimi, fonetik ve morfolojik yapıya uygun olmayan kelime türetme çabaları…” Gülensoy’un söylediklerine ilaveten dilimizin bu kadar yozlaşmasında kulağı ve dimağı besleyen ortamlardan uzak kalmanın etkili olduğunu hatırlamakta fayda var. Gerek okulda gerek iş yerlerinde ve evlerde az sayıda insanla güncel konularda ayrıntıya inmeyen sohbetler yapılıyor. Sosyal mecralarda daha uzun vakitler geçirilip çok yakın arkadaşlarla da sığ bir dil ile mesajlaşarak iletişim kuruluyor. Bu da kişiyi fasit bir döngüye hapsediyor. Konuşurken kullanılan kelime sayısı azaldıkça insan kendini ifade etmekte zorluklar yaşıyor.