“Yalnızlık yazarın acılarına değil sermayesine dâhildir.” der Ernst Jünger. Gönüllü katıldığı ve birçok kez yaralandığı Birinci Dünya Savaşı’nda o cepheden bu cepheye savrulurken gerçekten yalnızlığı mı arzuluyordu yoksa onca kanın ve şiddetin ortasında hâlâ yazmaya bağlı kalan tarafıyla kendini yalnız mı hissediyordu, orası ayrı bir tartışma konusu. Ama yazma eylemiyle yalnızlık arasında kurduğu ilgide her şekilde sonuna dek haklı kabul edilebilir. Ernest Hemingway ise iyi bir romancının şu üç şeye sahip olması gerektiğini söyler: Mutsuz ve yalnız geçmiş bir çocukluk, sağlam bir eğitim alma imkânı ve yetenek. Madem yabancı isimlerden yapılmış alıntılarla başladık yazımıza, haydi bir üçüncüsünü daha ekleyelim de asıl konumuza girişimiz tam olsun: “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” Bu iddialı cümlenin kime ait olduğu noktasında muhtelif iddialar var. Dostoyevski, Turgenyev, Gorki veya bir başkası.
Şimdi yukarıdaki kendi paragrafımın analizini yapayım. Demek ki yalnızlıkla sıkı bir bağı olan, çocukluğu kimi yoksunluk ve sıkıntılarla geçmiş, olağanüstü yazma yeteneği bulunan bir isimden söz edeceğim. İşin “palto” kısmıysa ya sözü edilecek ismin etkilendiği kaynağı karşılayacak ya da yazdığı eserlerle kendisinden sonraki yazarları yetiştirmiş olacak. Her ne kadar bazı okurlarımız dördüncü paragrafın daha ilk cümlesini okur okumaz “palto”dan kastın “enstitü” olduğunu ve “enstitü”nün ne anlam ifade ettiğini anlayacak olsalar da o kısmı şimdilik bir sürpriz niyetine sonraya bırakalım.
“Etrafında koyunlarından başka canlının bulunmadığı bir çobanın yalnızlığı ile binlerce insanın ortasında düşünceleri ve yeteneği anlaşılmamış bir sanatçının yalnızlığından hangisi zordur?” şeklinde bir soruyu, cevap daha en baştan belli olduğundan sormuyorum. Çoban, koyunlarının ona sorgusuz sualsiz bağlı olduklarının bilincindedir. Sanatçıysa tüm sözlerinin gelecek zamana söylendiğinin farkına, günden güne acı çekerek, kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalarak varacaktır.
Günümüzde üniversitelerimizin Türkçe ve edebiyat bölümlerinden sosyoloji ve psikoloji disiplinlerine, okuma gruplarından entelektüel tartışma ortamlarına, edebiyat dergilerinden sosyal medya platformlarına Ahmet Hamdi Tanpınar isminin temsil bulmadığı çok az mecra vardır. Şairliğiyle, kendine has orijinal tespitleriyle, hikâye ve özellikle romanlarıyla o; okundukça insanı gündelik sığlıktan Tanpınar derinliğine yaklaştıran bambaşka bir lezzettir. Hatta “filhakika”, “behemal” gibi artık günlük konuşmada kullanılmaz olmuş sözcükleri duyduğumuzda yüzümüzde beliren gülümsemenin müsebbibidir. Oysa aynı Tanpınar, anlaşılma noktasında 1950’lerin Türkiye’sinde kendini o denli büyük bir yalnızlığın içinde bulmuştur ki meşhur “sükût suikastı” isyanını dile getirmiştir.
İlkin Ahmet Hamdi Tanpınar ismi etrafında Ernest Heminway’in düşüncelerinin isabetini ele alalım. Yani mutsuz ve yalnız geçmiş bir çocukluk, sağlam bir eğitim ve yetenek...
1901’de İstanbul’da doğmuştur Ahmet Hamdi Tanpınar. Hüseyin Fikri Efendi’yle Nesime Bahriye Hanım’ın üç çocuğundan en küçüğüdür. Hüseyin Hilmi Efendi kadıdır. Bu yüzden Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük, Antalya gibi çeşitli yerlerde görev yapar. Hâliyle Tanpınar’ın çocukluğu, sürekli bir yerlere tayini çıkan babanın peşinde yurt coğrafyasını adımlamakla geçmiştir. O günün koşullarında İstanbul’dan uzakta olmak, başta eğitim olmak üzere birçok imkândan mahrum kalmak demektir. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın asıl yalnızlığı ve acısı, babasının Kerkük’te kadılık yaptığı sıra annesi Nesime Bahriye Hanım’ın vefatı olacaktır. On dört yaşındadır Ahmet Hamdi, Birinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli günleridir, Çanakkale’de “Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer”, “Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya” Mehmetçik’in aylarca durup karşısına, karnındaki hayâsızlığı kusmaktadır ve geleceğin büyük romancısı artık öksüzdür. Tanpınar o günleri, Huzur’un baş huzursuzu Mümtaz’ın çocukluğu aracılığıyla anlatır.
Antalya’da lise öğrenimini tamamlar. 1918’de yatılı olarak Halkalı Ziraat Mektebine başlar. Bir yıl sonra Ziraat Mektebini bırakıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girer. Elbette böylesi bir tercihte daha önce birkaç şiirini okuduğu Yahya Kemal’in etkisi büyüktür. Tanpınar, yazdığı Yahya Kemal monografisinde ilk karşılaşmayı şöyle anlatır:
“Yahya Kemal’i tanıdığım zaman, henüz ne yapacağını bilmeyen, kudretleriyle ihtiraslarının arasındaki nispeti ölçme imkânı bulamamış, kendi iç dünyasını başkalarında arayan, müspet iş olarak sadece şiiri seçmiş bir üniversite talebesiydim. İlk şiirini Antalya’da okumuştum. Onun için Yahya Kemal’in ilk dersi vereceği günü sabırsızlıkla bekliyordum. ... Birdenbire kapı açıldı. Orta boylu, toplu, yuvarlak çehreli, güzel, derin bakışlı bir adam içeri girdi. ... Evet, hiçbir harikuladeliği yoktu. Fakat konuşmaya başlayınca iş değişti. Bize bakarak, bize hitap ederek sanki kendisini arıyordu.”
Bu noktada insan, Mehmet Akif’in de Halkalı Ziraat Mektebinde yatılı okuduğunu ve bir müddet hocalık yaptığını bildiğinde sormadan edemiyor: Acaba 1918 yılında Mehmet Akif hâlâ Ziraat Mektebi hocaları arasında yer alsaydı ve tıpkı kendisi gibi edebiyata ilgili Ziraat Mektebi öğrencisi Ahmet Hamdi’nin derslerine girmiş olsaydı, Huzur’un bir diğer huzursuzu İhsan, Yahya Kemal kadar Mehmet Akif’i de andırır mıydı? Tabii okul değiştirme tercihinin, ilerde Türk edebiyatının en güzel romanlarına imza atabilmesi adına son derece isabetli olduğu bir gerçektir.
Tanpınar, üniversite eğitimi açısından şanslıdır. Yahya Kemal’den Cenap Şahabettin’e, Ömer Ferit Kam’dan Babanzade Ahmet Naim’e çok önemli sanatçı ve hocalardan ders almıştır. Özellikle Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın estetik zevkinin ve sanat anlayışının oluşmasında temel taştır.
1923’ten itibaren Erzurum, Konya, Ankara ve İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yapar. Beş Şehir’de anlattığı şehirlerden Bursa hariç diğer dördü, aynı zamanda öğretmenlik yaptığı şehirlerdir. 1939’da, doktorası olmamasına rağmen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in emriyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine profesör olarak atanır ve
Tanzimat sonrası Türk edebiyatını yazmakla görevlendirilir. 1943-1946 arası Maraş milletvekili olarak Meclis’te yer alır. Milletvekilliği görevinin ardından Milli Eğitim müfettişliği yapar, 1948’de de üniversite kürsüsüne geri döner. Hocası Yahya Kemal gibi hiç evlenmemiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Ocak 1962’de geçirdiği kalp krizi sonucu vefat eder. Mezarı, Rumeli Aşiyan Mezarlığı’nda Yahya Kemal’in kabrinin hemen yanındadır.
Sanırım Hemingway’in görüşüyle Tanpınar ismini buluşturmada geriye “yetenek” kaldı. Ama hayır! Aralarında “Bursa’da Zaman”ın da bulunduğu nefis şiirleri yazan, Beş Şehir ve Yaşadığım Gibi’de Türkçenin deneme türüyle muhteşem buluşmasını sağlayan, Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Yaz Yağmuru kitaplarında hikâyeciliğini konuşturan; Mahur Beste, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve yarım kalmış Aydaki Kadın romanlarıyla Türk romancılığını zirveye taşıyan, bilimsel yazılarını bile bir sanat faaliyeti olarak kaleme alan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yeteneğini sigaya çekmek gibi bir hadsizlikte bulunmayacağım. Şimdi şu yalnızlık meselesine geri dönelim.
Günlük’ünde “Geçtiğim yollara bakıyorum. Bütün ömrümün, etrafım ve kendim ile mücadele hiç olmazsa kendi kendimi hapis ile geçtiğini anlıyorum.” der Tanpınar. Benzer bir düşünceyi, Huzur’da da kullanır: “Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı.”
Çeşitli liselerde ve İstanbul Üniversitesinde hocalık yapmış, milletvekili olarak Meclis’te yer almış Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sosyal çevre anlamında bir yalnızlığından söz etmek mümkün değildir. Gerek tanıklıklardan gerekse kendi günlüklerinden, dönemin edebiyat çevresiyle yakın dostluklarının olduğu anlaşılır. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas, Hasan Ali Yücel gibi birçok isimle samimiyet derecesine varan temasları vardır. Mesleki anlamda da kıymetinin bilindiği ortadadır. Sonuçta resmiyeti tamamlayan bir diploması olmamasına rağmen doğrudan üniversite kürsüsünde profesör titriyle yer almıştır ve bu sayede Mehmet Kaplan başta olmak üzere birçok ilim insanı yetiştirme imkânı bulmuştur.
Onun yalnızlığı daha ziyade sanatçılık yönüne ilişkindir. Kendisi için bu “sükût suikastı” şeklinde ifade edilir. Günümüzde âdeta birer külte dönüşmüş roman ve hikâyeleri, döneminde neredeyse hiç ilgi görmemiştir. Ya da beklediği kişilerden destek alamamıştır. Örneğin en bilinen romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ilk baskısı 1961’de, ikinci baskısı 1987’de yapılmıştır. Aradan geçen yirmi altı yılda ilk baskıya bile okurun ilgi göstermediğini, ikinci baskıyı yapan Dergâh Yayınları’nın genel yayın yönetmeni Mustafa Kutlu’dan öğreniyoruz. Kutlu, romanın yayın hakkını Dergâh Yayınları aldığında, ilk baskının neredeyse tamamını Remzi Kitabevi’nin deposunda bulduklarını ve kitabın kapağını söküp değiştirerek yeniden dağıtıma çıkardıklarını anlatır. 1950 ve 1960’ların Türkiye’sinde, günümüzde değil eserlerinin okunması, isimleri bile unutulmuş nice yazarın popüler kitapları bakkallarda satılacak denli rağbet görürken Tanpınar’la okur ve sanat eleştirmenleri arasına girmiş anlamsız mesafe ondaki yalnızlık duygusunun en baş sebebidir. Ama bir taraftan da Tanpınar, o yalnızlıktan beslenir. Yalnızlığını acılarına değil de sermayesine dâhil ettiği için de ortaya birbirinden güzel eserler çıkar. Nitekim hikâye ve roman yazarı Yavuz Ahmet, “Sanıyor musunuz ki Ahmet Hamdi Tanpınar çekildiği otel odasında bir başınaydı? Aksine, asıl o zaman kalabalığın bir parçasıydı.” derken tam da bunu kasteder. Şimdi gelelim şu “palto” yahut “enstitü” meselesine.
Bazı yazarlar kendi okurunu da yetiştirmek zorunda kalmışlardır. Ahmet Hamdi Tanpınar da onlardan birisidir. Fakat “sükût suikastı”ndan yakındığı yıllarda, ilerde onu okuyacak ve anlayacak nesilleri yetiştirdiğinin farkında değildir. Zaten sözün kıymetli olanı genellikle geleceğe söylenir. Tanpınar sadece kendi okurunu yetiştirmekle kalmaz. O, 1970’lerden itibaren kendince bir yol geliştirecek Türk romanının temellerini atmıştır. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Orhan Pamuk ve daha birçok romancımız, Tanpınar’ın rehberliğinde ve etkisinde romanlar kaleme almışlardır.
“Palto”dan kasıt, Gogol’un meşhur “Palto” hikâyesidir. “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.” sözü; Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus edebiyatının büyük kalemlerinin Gogol etkisiyle eserler yazdıklarını ifade eder. Palto’nun, Saatleri Ayarlama Enstitüsü yazarı Tanpınar’daki karşılığı “enstitü”dür. O, eserleri aracılığıyla bir anlamda geleceğin Türk romancılarını yetiştiren bir enstitü kurmuştur.