Tereke

Vatani görevimin yarısını tamamlamıştım. İstanbul’da doğup büyümüş, yirmi yaşına kadar İstanbul sınırlarından dışarıya adım bile atmamış birisi olarak askerliğe yeni yeni alıştığım söylenebilirdi.

Üç ay önce gelmiştim bu şehre. Zorlu acemi birliği döneminin ardından vazifemin geri kalan kısmı için yoluna düştüğüm bu şehir, ne yazık ki televizyonda adını terör kelimesiyle birlikte duymaya alıştığımız şehirlerden birisiydi. Dağlarda şafak sayacağımı düşünürken bir hafta sonra geri hizmette görevlendirilmek bende biraz hayal kırıklığı yaratsa da alay kargosunun yeni elemanıydım artık. Komutanlarımız ve arkadaşlarımız ne göndereceklerse bize getiriyorlar, biz de güzelce paketleyip adreslerine postalıyorduk. Kısa sürede sevmiştim bu görevi. Kendimi askerlik yapıyor gibi değil de sivil bir işte çalışıyor gibi hissediyor, askerliğin ardından, hoşuma giden bu işi yapabileceğimi düşünüyordum. Dönüşte bütün kargo şirketlerine iş başvurusunda bulunabilirdim.

Zor bir dönemden geçiyorduk. Ardı ardına operasyonlar düzenleniyordu. Sevdiğim bu görevin bir yanı beni çok üzüyordu; sıcak temasta şehit olan arkadaşların terekesini ailelerine göndermek... Bu zorlu görev, alay kargosunun en yeni elemanı olan bana düşmüştü. Gömlekleri, pantolonları itina ile katlıyor, tıraş malzemeleriyle ayna, çakı gibi eşyaları özel bir kutuya koyuyor, ayakkabıları ise boyayıp temizliyordum. Görevim sadece paketlemekti ama neyi varsa olduğu gibi doldurup göndermeye gönlüm el vermiyordu. Tertipli, düzenli ve temiz hatırlansın istiyordum. Daha dünkü çarşı izninde giyilmiş bir tişörtü kutuya yerleştirirken gözlerim doluyor, sahibi için duran zamanın aksine inatla çalışmaya devam eden saati koyarken gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyor, kullanıldıktan sonra atılmamış telefon kartlarını düzenlerken hıçkırıklara boğuluyordum. Sanki her eşya bana hikâyesini anlatmak için sırasını bekliyordu.

Tereke sayesinde hepsi hakkında fikir yürütebiliyordum. Bazı askerlerin yalnızca iki kat çamaşır ile birer gömlek ve pantolonu vardı, bazılarının ise çeşit çeşit elbiseleri. Birinin cüzdanı ağzına kadar doluysa birçoğununki ya boştu ya da içinde cüzi denebilecek kadar para vardı. Maddi durumlarını tahmin edebiliyordum bu göstergelerle. Kimisinden geriye kalan ayna, jöle, yüz kremi gibi bakım ürünlerinden hareketle dış görünüşüne dikkat eden birisi olduğuna hükmediyordum.

Dün şehit olmuş bir arkadaşımın bugün gelen eşyaları, ağırlığı ile beni şaşırtmıştı. Eşyaların arasından çıkan kot pantolonla mavi tişörtü, hikâyesi hakkında hiç hayal kurmadan kutuya yerleştirdim. Değerli olduğunu ilk bakışta belli eden tespihi onların üstüne koyarken anlattıklarına kulak tıkadım. Dün yeteri kadar ağlamıştım, bugün ağlamaya hiç niyetim yoktu. Eşyaları alınca altındaki siyah poşet ortaya çıktı. Poşeti elime aldığımda içinin kitapla dolu olduğunu fark ettim. Askere gelirken bunları da yanında getirdiğine göre okumayı seviyor olmalıydı. Kitapları kutuya koydum ve şehidin paketini bantlayıp adresini üzerine yapıştırdım.

Öğlen molasından sonra alay komutanı herkesi toplayıp dağdaki operasyonların iyice yoğunlaştığını açıkladı. Sıcak çatışmaya takviye olmak üzere aramızdan gönüllü olup olmadığını sordu. Benimle beraber iki arkadaş daha parmak kaldırdı. Tereddütsüz. Komutan “Size benden yarım saat süre, vedalaşacaklarınızla vedalaşın ve hazırlanıp gelin.” deyince, diğer iki arkadaş hemen telefon sırasına koştular; ben, dolabımda ne var ne yoksa siyah çöp poşetine doldurup görev yerim olan kargo bölümüne geldim. Kimsecikler yoktu. Daha önce başkalarında yaptığım gibi özenle yerleştirdim eşyalarımı. Silahla ve arkadaşlarla verilmiş birkaç poz fotoğrafımı, atletlerin arasına bir yere sıkıştırdım. Her karesine hevesle çarpı attığım, üzerinde “gel tezkere” yazan kartı koymadım ama hatıra saklamaları için zincirli künyemi eklemeyi ihmal etmedim. Kutuyu sağlamca paketleyip üzerine ev adresimi yazarken elim titremedi değil, hatta birkaç damla gözyaşı bile düştü galiba. Yarım saatin dolmasına üç dakika kala kutuyu araç sevk bölümüne bıraktım. Ama son bir kez daha aileme bakıyor gibi kutuya bakmadan edemedim. Kutuya bakarken annemin bayılışını, babamın sabırla dudak ısırışını ve kardeşlerimin ağlamaktan kızarmış gözlerini görüyorum sandım. Sonra doğruca komutanın yanına koştum. Üç gönüllüyü karşısında gören komutanımız sordu:

—Hazır mısın asker?

—Hazırız komutanım!!!