“acıyı, Acı Çekmek Olarak Kodlayamayız; Acının, Kederin Yani Aslında Dünyanın Farkında Olmak Olarak Kodlamalıyız.” Güray Süngü

Karanlığı görmeyen ışığı tanır mı? Ölüm hakkında düşünmeyene hayat ne söyleyebilir? Hiç ağlamamış olan gülmenin tadına varabilir mi? Umutsuzluğu ve kederi iliklerinde hissetmemiş biri umuda ve mutluluğa dair ne söyleyebilir içi boş yanılsamalardan başka? Hayatın düz bir çizgide yürümekten ibaret olmadığını, insanın ucu bucağı olmayan ve dibi görünmeyen bir derinliğinin olduğunu ve acının, hayatın içinde tükenip gitmeyi alaşağı eden ve yenilenmeyi başlatan bir tarafının olduğunu acıdan köşe bucak kaçan bir insan bilebilir mi? Acı nedir sahi? Ne yapar? Halil Cibran Ermiş kitabında der ki: “Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır. Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneşi görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.”

Kalp kabuklu bir şeydir bana kalırsa. Bu yüzden kırılır. Kalbin kırılması, kötü bir şey midir peki? Kim bilir. İçindeki o sonsuz anlayış gücü ancak kırıldığında çıkabiliyorsa dışarı, belki de kalbin kabuğu kırılmaya muhtaçtır. Acı ise kalbin kabuğunun kırılmasının sayısız vesilelerinden biridir. Ya da şimdi bütün bu romantik cümleleri ve tespitleri bir kenara bırakalım. Eğer yazar bunları okusaydı muhtemelen sorularda olduğu gibi bu genelleşmiş ifadelere ve tespitlere de haklı olarak itiraz ederdi. Eğer sorulara itirazsız bir şekilde “sıradan” cevaplar verseydi o zaman biz de Güray Süngü ile söyleşi yaptığımıza asla ikna olamazdık.

Evet sayın okur, bütün bunlardan ziyade Güray Süngü’nün de bir öyküsünde dediği gibi bence de insanın dünyayı fak edişi acıyla başlar.

Kitaplarınızı okuduğumda sizinle ilgili bir damar belirdi zihnimde. İlk öykülerinizin içinde bile o damarın varlığı seziliyor, hep aynı yataktan akmaya ama genişleyerek akmaya devam etmiş gibi. Romanlarınız ya da öyküleriniz o büyük hikâyenin yazıldıkça tamamlanan parçaları ya da o hikâyenin başka yüzleri gibi. Amacım başarılı, daha başarılı olmak değil, kafamdaki hikâyeyi anlatmak, diyorsunuz bir söyleşinizde. Peki, bugün o hikâyenin neresindesiniz diye sorsam?

İçindeyim. İçinde olduğum için de bilmiyorum, başı mı sonu mu ortası mı yoksa. Ama kafamdaki hikâyeyi anlatmak bahsinden gidersem, onun derdindeyim zaten, anlatıyorum da elimden geldiğince. Bu tabii dünyayı, hayatı, insanları görme biçimi bir tür. Kafamdaki hikâye dediğim bir olay olsaydı, çoktan anlatılıp bitmişti. Ama bu bir görme, duyma biçimi. Bende varsa başkalarında da var. Bende böyleyse başkalarında da böyle olabilir. O hâlde, onlara ve onlar gibi olma ihtimali olanlara bir şeyler söylememiz gerek. Bize söylenenler gibi.

Bir yerde şöyle bir cümle okumuştum: “Dünyanın ilk intihar mektubu, dört bin yıl önce Eski Mısır’da yazıldı ve başlığı şöyleydi: Yaşamdan bezmiş bir kişinin ruhuyla tartışması.” Sizin öykü karakterlerinizden biri de şöyle diyordu: “Hiçbir şey olmadı, hiçbir şey olmadı. Serdar tarafından yazılmamış intihar mektubundan.” Peki, binlerce yıl önce yaşamış o insanla bugün Güray Süngü’nün karakterini aynı sona, intihara sürükleyen ortak şeyler modern dünyanın açmazları olmadığına göre o ortak paydaya dair neler söylersiniz?

İntihar içeren sorulara cevap vermiyorum pek. Üzgünüm bir şey diyemem. Hayat güzel, kuşlar uçuyor. Rabbim herkese esenlik versin.

“N’apıyorsun?/Deliriyorum.” Karakterlerinizle gerçek hayatta konuşma imkânımız olsaydı, birkaç öykünüzde de olduğu gibi muhtemelen onlarla aramızda bu diyalog geçerdi. Karakterlerinizin, elleri arkadan bağlı “deli gömleğini” giymeyi bile isteye, her şeyin farkında olarak tercih etmelerinin hatta ona sığınmalarının arka planına dair neler söylersiniz? Deli gömleği onlar için ne anlama gelir?

Bu romantik bir soru. Bir nevi övgü içeriyor anladığım kadarıyla, salt bir tespit değil. Ama böyle şeyleri övmek, teknik ya da tematik veya biçimsel bir takdir anlamına gelmiyor. Ne de güzel anlattık dünyadaki delice şeyleri, ne de güzel anlattık dünyadaki acayip acıları ve ölümleri desek mesela. Ne kadar tuhaf değil mi? Bir karakterin deli gömleği giymesi sonuçtur. Eşelenir, bakılır, düşünülür, onunla ah edilir.

Her şeyin farkında olarak tercih etmeleri, ona sığınmaları misal, bunlara katılamam. Vida Veli vardı mesela. Askerde pusuya düşmüş, badisinin beyni gözüne kaçmış. Askerden döndükten sonra kafası selamete ermemiş bir türlü, badisinin beynini çıkarabilmek için gözüne tornavida sokmuş. Şimdi bu adamın deli gömleğinin romantize edilecek bir tarafı yok. Bunu neden söylüyorum, acıya dair, tuhaflığa dair hikâyeler ile farklılığımızı ululayıp bir tür körleşmeye doğru gidebiliriz, Allah saklasın. Gerçek acının romantik bir biçimi yok.

Öykülerinizden birinde bir çocuk var ve o çocuk, serçe parmağını acıtınca serçe parmağının varlığını hissediyor. Acının ve kendini acıtmanın var olmakla ya da varlığını hissetmekle bir ilişkisi var sizin için sanki. Acı sizce nedir, ne yapar? İnsanın kendini fark edişi acıyla mı başlar?