Refik Halit Karay ile “tantuna Gitmek

O, mevsimin en güzel manzaralarını gün doğumlarında, gün batımlarında, kırlarda, denizlerde değil, meyve ağaçlarında, manavlarda, dükkânlarda bulur. Bir kayaya dayanarak ufukları seyretmenin ya da bir çınar altından tarlalara ve çayırlara yaşamaktan memnun bakmanın hazzını sebze meyve tezgâhları karşısında da duyar. Meyveleri bir insanı ele alır gibi ince ince değerlendirir hatta onları asil, pespaye, manalı, manasız diye gruplara bile ayırır. Mesela ona göre elma ne kadar iyisi, terbiyelisi, nadidesi olursa olsun pespayedir ya da duta nasıl kibarlık ve asalet atfedilebilir? Oysa şeftali, kayısı, incir öyle midir? Onlar sanatta aile seviyelerini insana aratmaz, araştırtmaz. En narini çilektir, meyvelerin menekşesidir. Menekşe kadar rayihalı, menekşe kadar aceleci ve nazik… Çileği o kadar sever ki bir yazısında şöyle bir cümle geçer: “Çok zengin bir adam olsaydım yazı masamın üzerinde daima bir demet menekşe ve yemek masamın üzerinde de bir tabak çilek bulundururdum.” Kiraz da çilek kadar asildir onun için. “İyi ki kirazın çilek ve şeftali gibi ayrıca bir de rayihası yok, zira o lezzeti, o manzarası gibi bir de rayihası olsaydı insanlar kiraz yemekten harap, perişan olurdu.” der.

Rahat yaşamayı, dünyadaki her türlü nimetten zevk almayı hayat ilkesi hâline getirmiş bu adam aslında bir sürgündür. Ömrünün en güzel yıllarını memleketinden uzakta geçiren Refik Halit Karay’dan bahsediyoruz. Sürgünlere rağmen Hakkı Süha Gezgin’in ifadesiyle onda “çöplüğü cennet yapan büyülü bir sanat menşuru” vardır. Meyve örneğindeki gibi hayatın küçük ayrıntılarını bile mücevherler gibi parlatmayı bilen Refik Halit, çiçekler içinde ölümdense dikenler içinde yaşamayı, ille de yaşamayı sever. Çocuk içliliğini, hüznünü yüzünde sakal gibi uzatmayı istemez, “neşe yıldızı”na takılır gider. Yaşadığı iki sürgünün ikisini de talihsizlikle değil talihle açıklar. Çünkü o –dergilere gönderdiği yazıları saymazsak- ilk sürgününden Memleket Hikâyeleri’yle ikincisinden de en sevdiği iki romanından biri olan Sürgün ile döner. Bu dönüşlerde Ziya Gökalp’in himayesine, Atatürk’ün iltifatına mazhar olmak da cabasıdır.

Refik Halit hatıralarını anlattığı Bir Ömür Boyunca’da yavaş yavaş unutulan “tantuna gitmek” ifadesini gün yüzüne çıkarır. Hemen hemen herkesin sürgün tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı o dönemde gizli konuşmalarda geçen bir ifadedir bu. “Sürülmek, sürgüne yollanmak” manasında kullanılır. Refik Halit Karay tabirin aslını bilmez ama cumburlop, pata küte, çat pat gibi seslerden elde edilmiş bir kelime değerlendirmesi yapar. Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan aziller, değişiklikler, iç ayaklanmalar ve harpler neticesinde o da pek çok insan gibi “tantuna gitmek” akıbetinden kurtulamaz.

Refik Halit Karay, aslında ilk sürgününü sürgün kelimesine yaraşmayacak kadar mesut geçirir. Beş yıl boyunca Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik illerini gezer. Bunlardan en sevmediği kışı, yangını, kumlu ve kireçli suyuyla Ankara’dır. En sevdiğiyse elbette tarihimizin sevimli beşiği, bereketli bahçeleriyle Bilecik’tir. Memleket Hikâyeleri’ndeki bütün kasabayı rehavetiyle önüne katan meyvelerin şahı, en manalısı, olgun kokulu, geçkin şeftalilerin Bilecik’i…

Onun asıl sürgünü ikincisidir. Lübnan ve Suriye’de memleketinden uzak on yedi yıl geçirir. “Ben doğuştan dil ve din tiryakisiyim.” diyen, yabancılarla asla samimi ilişkiler kuramayan Karay, yaşadığı bu zorunlu gurbetin hissettirdiklerini Sürgün romanıyla anlatır. Romanda memleketini seven, siyaset yapmayı bilmediği hâlde bir karışıklığa uğrayarak “tantuna giden” Hilmi Efendi’nin dokunaklı hikâyesi anlatılır. Hilmi Efendi, geride eşini ve çok sevdiği kızını bırakarak küçük, köhne bir vapurla ilkin Beyrut’a yol alır. Portakal çiçeği kokusunun sindiği Lübnan kıyılarına uzaktan bakınca onu verniği yeni kurumuş yağlı boya taklidi yapan, kahve ve berber duvarlarını süsleyen alımlı tablolara benzetir. O anda bütün lüksüyle Lübnan’a bakmayı değil içi sızlayarak yurdunda herhangi bir berberin duvarında asılı yağlı boya levhaya bakmayı tercih eder. Beyrut ve Halep arasında havasız ve pis yerlerde konaklarken Kocamustafapaşa’daki küçük, tertemiz ve serin evinin hasretindedir. Yeni yıkanmış döşeme tahtalarının kokusunu duyar, merdiven basamağında muntazam çevrilmiş terlikleri, sofada bembeyaz patiska örtüleriyle sakız gibi, kırışıksız duran minderleri hatırlar. Parasızlığıyla yabancılığın verdiği ürkek hâl ile burada yaşamayı değil ölmeyi bile istemez. Beyrut’un kerpiç kümbet, yanık taş ve kül hâlini almış topraktan ibaret çıplak, çok aydınlık ve ruhaniyetsiz kabristanı karşısında Üsküdar’ın, Edirnekapı’nın loş ve fısıltılı servilerini arar. Bu ruhaniyetsiz kabristanlar sadece gurbet elinde gömüldüğünü değil ayrı bir dinde yaşamışlara karıştığını da zannettirir. “Ah tekrar evimin kilidine anahtarımı soktuğum günü görebilsem!” diyen Hilmi Efendi ise ne o servilere ne de serin evine kavuşabilir.