İsmail Dedemin Bayramı

İnsan, yağmurdan sonra duyduğu toprak kokusunu neden sever? Bu kokunun hafızamızda bir yeri mi var? Geldiğimiz yeri mi hatırlatıyor bize ya da varacağımız menzili? Kavuşacağımız adrese duyduğumuz özlem mi okşar o anda ruhumuzu?

“İsmail” deyince aklımıza ne gelir? Kurban mı, bayram mı, hepsinin üstüne konuşlanmış hâliyle “teslim olan” mı?

Her kavramın hafızalarımızda bambaşka iz düşümleri var. Literatürde var olan ile zihnimizdeki tecrübeler kesişse de kümelerin içinde farklılıklar da yer alır.

Mesela ben “toprak” deyince köyümü, “kurban” deyince dedemi anımsıyorum. “Yağmur” deyince Karadeniz yaylalarında ortalığı sel alırken kutlanan bayramlar düşüyor zihnime. Bakmayın böyle süslü cümlelerle başladığıma. Dümdüz bir şey anlatacağım. “Seni verene kurban olayım.” diye bizi seven büyüklerimiz var ya onlardan duyduklarımızla, gördüklerimizle inşa ettiğimiz yaşamımızda “Biz neye kurban oluyoruz?” diye sormak istiyorum.

Sıradan bir hayvan kesme eylemi için yoğun telaşın neden olduğunu anlamadığım yaşlarda İsmail dedem kurbanın kesildiği anı görmemiz için bizi sıkı sıkıya tembihlerdi. Tekbir getirilmeye başlanıp hayvan boğazlandığında hıçkıra hıçkıra ağlayan bu adamın böylesine tezat duyguları aynı anda yaşaması bana sıra dışı hatta ürkütücü gelirdi. Bayramda kurban etmek istediği hayvanı gidip satın almak yerine kendi yetiştirir, bakımıyla özel olarak ilgilenirdi. Kurban ediş anının her aşamasında ağlayarak boğazladığı hayvanıyla olan anılarını anlatırdı.

Dedem İsmail’in, Hz. İsmail hikâyesinde böyle dokunaklı bir motif örmesi bir tesadüf olmamalı belki de. Yaratıcısıyla İsmailî bir “yakınlaşma” hayal etmiş olabilir miydi?

Kutsal saydıklarımız bizi Yaradan ile yaklaştırdığı gibi toplumsal çerçeve içinde insanları da birbirine ilmek ilmek bağlıyor. Bu motifler sayesinde “ben”den “biz” oluyor. Kıymetli olanımız neyse ondan vazgeçiş için teslim oluyoruz. Tek başına bir şeyi kurban etmek değil, birçok insanı sevindirerek sahip olunandan vazgeçme özgürlüğünde olmak bu ibadeti anlamlı kılıyor.

Biliyorum, bir canlıyı kurban etmek onu yaşamdan koparmak gibi görünüyor. Ama bahçemde yetiştirdiğim salatalık ya da domates de bende yeni bir ben inşa etmek için dalından kopuyor. Yağmurdan sonraki toprağın kokusu nasıl hoşuma gidiyorsa dalından kopardığım meyve ya da sebzenin kokusu da öylesine hoşuma gidiyor. Çünkü hepsi aslında bir yönüyle ölümü anımsatıyor. Büyük buluşmanın yönünü bildiren haritadan bir parça hepsi.

İbrahim (a.s.) ile İsmail (a.s.) arasında geçen hikâye modern zamanlarda yaşansa “bu da ne böyle’” der ve itiraz ederiz. Erol Göka’nın dediği gibi: “Zira biz modernler, her şeyin akılla ölçülebileceğine ve açıklanabileceğine inanıyoruz. Elimizde akıldan başka bir şey kalmamış, sonlu varlığımızın içine kapanmış ve bizi yaratan güçle bağlantımızı kesmişiz biz modernler…”

Bıçağın boynuna inmesini bekleyen İsmail (a.s.) ile oğlundan vazgeçmeye razı İbrahim’in (a.s.) teslimiyetini anıyor muyuz? Odak noktamız ne? Şimdi hayal edelim, o resimde koşulsuzca inanan ve aklının zincirlerine rağmen yaratıcısıyla bağını güçlendiren iki insan durmuyor mu karşımızda?

Birileri kurbanla ilgili her şeyi, akıtılan kan, buzluğa yerleştirilen birkaç kilo et, bağışlanacak hayvan derisi ya da vahşet olarak değerlendirirken “biz neye kurban oluyoruz”?

Biz kendi cevabımızı düşünürken Erol Göka’nın fikrine bir göz atalım. “Kurban ibadetinin tüm bunlar, yani dünya hayatının paradokslarını kavrama ve zorluklara karşı sabır ve dirayetimizi artırma, tabiatın ve ‘can’ın değerini anlama, kaybettiklerimiz karşısında mahzunluğumuzu sağlama ve hüznümüze değer katması nedeniyle aynı zamanda bayram olarak kutlandığı kanaatindeyim. Bunlar ‘bayram’ olacak kadar çok kıymetli anlamlar…”