Olmadan da "Ol"ur

Elde etmek, sahip olmak dem’den bu yana yaşam biçimlerinin değişmesine rağmen değişmeyen bir istektir. Geçmişte bu tutku “insana sahip olma”yla gösterir kendini; günümüzde de özellikle eşyaya, mal ve mülke hatta kimi zaman pahalı gezilere, sanat yapıtlarına bile dönüşür. Elde edilen nesnenin, sahibine zenginlik, değer ya da güç bahşedeceği düşünülür!

Erich Fromm insanın mutluluğu için “sahip olmak” ilkesi yerine “olmak” ilkesini yerleştirir. O, bununla “kişinin herkeste değişik oranlarda var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek onları geliştirmesini, kendini yenilemesini, akmasını, sevmesini, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmeyi, onlarla iş birliği yapmayı ve vermeyi” kastetmektedir. Yani Fromm nesnenin karşısına duyguyu, ismin karşısına eylemi koyar. Fromm’a göre kişi “olmak”a geçemeyip “sahip olmak”ta kalır, hayatını hep daha fazla elde etme üzerine kurarsa sahip olunan nesneler kişilere bağlı olmaktan çıkıp onları denetler duruma gelir ve “sahip olmak” davranış biçimi hem nesneleri hem de özneleri birer “şey” hâline getirir.

Bu şekilde özneleri esir alan “şeyler” Perec’in romanına isim olmuştur. Şeyler 60’lı yılların bir hikâyesidir. Burada eşya düşkünü, yaşamdan çok zenginliği ve kendilerini zengin gösterecek şeyleri seven, varoluşlarını içlerindeki sahip olma coşkusuna bağlayan genç bir çift karşımıza çıkar. Lüks seyahatlerin göstergesi bir valiz için kendilerinden geçen, kusursuz olduğu söylenen bir koltuğu görebilme tutkusuyla Paris’in bir ucundan diğer ucuna hiç üşenmeden giden, vitrinlere kutsal topraklara bakar gibi bakıp çığlıklar atan Sylvie ve Jerôme, neonlu ışıl ışıl reklam panolarının çağrısına kapılıp hiçbir zaman ulaşamayacakları gerçek ince zevklere ulaşmaya çalışır. Yoksul değillerdir ama elde etmeye çalıştıkları dev düşlerinin üzerlerinde gülünç, eğreti ve özenti durduğunu anlamaktan yoksundurlar.

Temsilî bilgileri de eğretidir. Vitrinlerindeki İngiliz malı ayakkabıları ya da ipek fularları gibi, üç sayfa bile okumadıkları kitaplardan yaptıkları birkaç alıntıyı da mülkiyetleri arasında yer alan, işlevsel bir eşyaya dönüştürürler. “Bilmek” ile “bilgi sahibi olmak” arasındaki farkı hiçbir zaman fark edemezler.

Üç gün çalışarak kazandıklarını altı saatte harcayan Sylvie ve Jerôme gibiler için “Bu insanlar önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman oluşturmaya çalışırlar, sonra da bu zamanı öldürebildikleri ya da geçirebildikleri oranda sevinç duyarlar. Ne acı bir çelişki.” der Fromm. Aslında Sylvie ve Jerôme bu acı çelişkiyi, özgürlük ve çalışmak arasındaki gerilimi derinden hisseder. Tutunamadıkları ya da tutunmak istemedikleri işleriyle geçici hayatlar yaşarlar. Maden yatakları keşfetmeyi ya da ansızın gelen bir vasiyetname ile hayatlarının sonuna kadar özgürlük yaşatacak bol sıfırlı üç çek bulmayı, mutluluğu ve yaşamayı hayal ederler. Sahip olmayı istedikleri şeyler onları, önemsenmedikleri bir dünyanın küçük uysal yaratıkları, sadık yansımaları hâline getirir. “Yaşamları bir zafer değil bozgundur” ve Fromm’un dediği gibi onlar da birer “şey”dir artık.

Burada Uyuyan Adam’a değinmeden geçmek olmaz. Çünkü Sylvie ve Jerôme’nın birer tutsağa dönüşmesinin yanında Uyuyan Adam, şeylerin işlevselliğinin tehlikesine karşı uyanıktır! Okumanın, giyinmenin, yemenin, yürümenin ve hatta uyumanın işlevini bir kenara bırakır. “Bunlar birer davranış birer hareket olsun; birer kanıt birer değiş tokuş aracı değil. Giyimin, yiyip içtiklerin, okudukların senin adına konuşmayacaklar artık. Seni temsil etmenin o yiyip bitiren çekilmez öldürücü görevini bunlara bırakmayacaksın.” der kendine, beş metre kareden birazcık daha büyük odasında; üç gömlek, sekiz çorap, birkaç plak ve dizinde açık duran Raymond Aron’un “Sanayi Toplumu Üzerine” adlı kitabıyla! Sahip olmamanın dayanılmaz özgürlüğünü yaşıyordur.

Perec’in kelimelerinin eşyayla arası iyidir. Şeyler’de olduğu gibi Kayboluş’ta da onlarla ustaca oynar durur. Bazen gösterişli evlerde egzotik kuş desenli değerli bir porseleni, büyük bir Bünyan halıyı, Türk kahvesi fincanını, eski çağlarda hazırlanmış bir haritayı, zengin ve ağır ipekleri, bibloları, akikleri, gravürleri, desenleri, fotoğrafları konuk eder satırlarına, bazen de mecburiyetten ikamet edilen küçük ve pis evlerde bir madeni somyayı, yün şilteyi, hasır örgülü dört tabureyi, kamp yatağını… Uyuyan Adam’da da pembe plastik bir leğen ve içinde üç çift çorapla aynı oyuna devam eder. Perec’in, kelimeleri değil ancak kendisi, biriktirdiği eşyaların sahipliğini üstlenmekten sıkılmış olacak ki “Her Durumda Yapmam Gereken Şeylerden Bazıları” adlı eğlenceli kartpostallarından birine “neden atmaya kıyamadığımı bilmediğim bir dolu şeyi atma kararı almak” açıklamasını not düşer.

Biriktirdiği eşyalarını gerçekten attı mı bilinmez ama atma isteğini bir harf üzerinde gerçekleştirdiği kesin. George Perec Fransızcanın en değerli harfi “e”yi kullanmadan Kayboluş’u kaleme alır. Ve “olmadan” da “ol”unduğunu tüm dünyaya gösterir.