Dijital imkânların yaygınlaşmasıyla hayatımıza giren bir yenilik de sesli kitaplar oldu. Kitap okumayı sayfalara dokunmaktan, satırların altını çizmekten, sayfaların kokusunu teneffüs etmekten, onların cismani varlıklarını keyifle seyretmekten ayırmayan okurlar için sesli kitap furyasının biraz endişe uyandırdığını kabul etmek gerekir. Neticede yerleşik alışkanlıklar, hemen oracıkta semirmeye müsait bir romantizmi beraberinde getirir ve her romantizm insan duygularına sarmaşık gibi tutunarak yaşamını sürdürür.
Kitap tutkunlarının duygularını incitmek pahasına, onların sormaya cesaret edemediği soruları açık açık soralım. Acaba matbu kitaplar tarihe mi karışacak? Birkaç nesil sonra insanlar bir kitaba dokunmanın verdiği hazzı, onun sayfalarından yayılan enfes kokuyu ve nesilden nesile geçen kenar notlarını, altı çizgili satırları unutmuş mu olacak? Dijital uygulamalar, matbu bir kitabın sağladığı bütün olanakları bizlere sunacak olursa buna nasıl direnebiliriz? Peşinen söyleyelim: Yazımızda bu soruların hiçbirine cevap aramayacağız. Çünkü sesli kitap kültürünün, ufukta beliren bir dijital neşriyat tufanının ayak sesi olup olmadığını zaman gösterecek. Bu yazıda, yazılı eserlerin yaygınlık kazanmadığı dönemlerde insanların eserleri nasıl kaydettiklerine, başkalarına nasıl naklettiklerine dair geleneksel yöntemin izini süreceğiz.
Bilindiği üzere Orta Çağ İslam dünyasında kitaplaştırılan ilk kitap olarak karşımıza Kur’an-ı Kerim çıkar. Büyük bir özenle muhafaza edilen Kur’an’ın önce ezberlere nakşedildiğini, yazılı hâle geçirilmesi esnasında hafızların ezberindeki metinle karşılaştırılıp onaylandığını biliyoruz. Kur’an’ın geldiği toplum, okuma yazma bilenlerin az olduğu, bunun yanı sıra şiirin ve şairlerin toplum nezdinde itibar gördüğü bir toplumdu. Kaynaklara göre, Mekke’de binlerce beyitlik şiiri ezberinde bulunduran insanlar vardı. Mekke’de Erkam’ın evinde süren ezber faaliyeti, Medine’ye hicret ettikten sonra hem Mescid-i Nebevi’de hem de onun bitişiğindeki Suffe Mektebi’nde devam etmiştir. Özellikle Medine dışından gelenler, Peygamber halkasındaki sohbetlere iştirak eder, ihtiyaç duyulması hâlinde Suffe Mektebi’nde ağırlanır, orada ezber çalıştırılır, tabiri caizse hızlandırılmış bir eğitimden geçirilirdi. İslam bilgini ve kıraat âlimi İbnü’l Cezeri, en-Neşr fi’l-Kıraati’l-Aşr eserinin girişinde vahyin korunması ile ezber geleneği arasındaki ilişkinin altını çizerken “Kur’an’ın naklinde Mushafların ve kitapların korunmasına değil, kalplerin ve zihinlerin korunmasına (ezbere) güvenilmiştir. Bu durum, Allah’ın bu ümmete nasip ettiği en değerli özelliktir.” diyecektir. Gerçekten de vahyin korunması esnasında tekâmül eden ezber kültürü, “sözlü kitap” adlı bir geleneğin ortaya çıkmasına ve kâğıdın kalemin kıt olduğu yüzyıllar boyunca insanların entelektüel ihtiyaçlarını karşılamaya imkân sağlamıştır.
Ders Halkalarında Neşriyat
İslam’ın ilk asrından itibaren büyük bir boşluğu dolduran sözlü kitap ve nakil geleneği, yazılı materyallerin yaygınlaştığı dönemlerde de varlığını sürdürmüştür. Başlarda ilmî faaliyetler; Kur’an ve hadislerin anlaşılması, Allah Resûlü’nün davranışlarının yorumlanması gibi temel konular etrafında yoğunlaşmıştı. Bu faaliyetler, bir hoca önderliğinde rivayet esasına dayalı ders halkaları şeklinde gerçekleşmiş, Mekke ve Medine’den sonra diğer İslam beldelerine yayılmıştır.
Hicri I. yüzyılın sonlarından itibaren bu ders halkalarında Kur’an ve hadis ilimlerinin yanı sıra, yine bu metinlerin anlaşılmasına dönük bir niyetle edebî eserler de okutulmaya başlanmıştı. İbn Sa’d’ın dediğine göre, İbn Abbas bu meclislere şiir, tarih ve nesep bilgisi için gelenlerin isteklerini geri çevirmezdi. İbn Abbas, bir gün fıkıh, bir gün megazi, bir gün şiir ve bir gün Eyyamü’l-Arap olmak üzere farklı meclisler düzenlerdi. Ebu’l Kasım Ali b. Kerdan en-Nehvi’nin Vasıt’taki bir camide ders halkasında aşkı konu alan şiirler bile okuyup tahlil ettiği, Abdüllatif el-Bağdadi’nin Hariri’nin Makamat adlı eserini Halep’teki bir camide okuduğu, İbn Ebu İshak’ın mescitte şiir okuyup tefsir ettiği gibi rivayetler, dönem araştırmalarında sıklıkla karşılaşılan bilgilerdendir.
Bu eğitimlere literatürde halka denilmesi, bir âlimin çevresinde oturulmasından kaynaklanıyordu. Bir mescitte birden fazla ders halkasının yer aldığı vakiydi. Örneğin İmam Şafi, Bağdat’ı ziyaret ettiğinde Camiu’l-Mansur’da kırk-elli civarında ders halkası mevcuttu. Nitekim kendisi de Camiu’l-Garbi’de ders halkası oluşturmuş, daha sonra gittiği Kahire’de Amr Bin As Camii’ndeki ders halkasında 300’den fazla kişiye eğitim vermiştir. (Nail Okuyucu, Şâfi’i Mezhebinin Teşekkül Süreci, İsam Yay., İstanbul: 2015, s.61-93.)
Dinleyerek ezberlemeye semâ, daha sonra bunu hocaya dinletmeye kıraat denilmekteydi. Orta Çağ İslam dünyasında bir eserin semâ meclisine devam ederek o eserin rivayet hakkını elde etmek gerçekten de muteber bir işti. Bazen bir eserin kaleme alınmasına kadar birkaç kişinin ezberinden aktarılması söz konusu olabilirdi. Örneğin İbn Kuteybe’nin Müşkilü’l-Kur’an eserinin zahriyesinde eserin semâ yoluyla hangi zincir üzerinden aktarılarak yazılı nüshaya eriştiği, beş kişinin adı zikredilerek not düşülmüştür.
Bu halkalarda müellifler, talebeler sayesinde bir çeşit neşriyat faaliyetine imza atıyor, eserlerini ezberleyen talebeler sayesinde görüşlerini geniş kitlelere aktarıyordu. Kendileri öldükten sonra eserlerinin yaşaması, vaktiyle icazet alan talebeler marifetiyle gerçekleşiyordu. Mesela bugün o dönemlerden elimize ulaşan pek çok kaynak kitap, bizzat müellifin değil talebelerinin ezberinden yazıya geçirilmiştir. Örnek verecek olursak İmam Malik’in Muvatta adlı eserini, onun meclislerine devam ederek rivayet hakkını elde eden talebesi Yahya b. Yahya el-Leysi sonradan kaleme almış, bu esnada hocasının eserinde herhangi bir tahribat yapmadığından emin olmak için Malik’in diğer talebelerini de dinlemiştir. Muhammed b. İshak’ın (ö. 150) Siretü’n-Nebi eserini öğrencilerinden Ziyad b. Abdullah el-Bekkai (ö. 183) rivayet etmiş, o eser İbn Hişam (ö. 218) tarafından bazı ilave ve düzenlemelerle yazıya geçirilmiştir. (İsmail E. Erünsal, Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane, İstanbul: Timaş, 2018, s.51, 59.)
Sözlü Kitap Taşıyıcısı Kadınlar
Tarihî kayıtlardan anlaşılan o ki insanlar bir ders halkasına dâhil oluyor, orada uzun yıllar okutulan metni dinliyor, ezberliyorlardı. Bu ezber faaliyetinde talebeler zaman zaman notlar alıyor, hatırlatma pusulaları kullanıyorlardı. Ders halkasında bir eseri ezberleyen talebe, onu hocasına yani müellifine okuyor, icazetini alması durumunda eseri başka bir yerde okutma, anlatma ruhsatı kazanıyordu. Bu kimseler bir çeşit yürüyen kitap oluyor, ezberledikleri sözlü kitapları kendileri nereye giderse oraya götürmüş oluyorlardı. Bir cildin, hacimce bugünkülerin dört beş katına eriştiği dönemlerde bunun hayli elverişli bir yöntem olduğunu kabul etmek gerekir.
Semâ meclislerinde her sınıftan insana rastlanırdı. Bir hocanın etrafındaki halkada bir başka âlim, bir hükümdar, bir devlet görevlisi yahut bir tüccarı ve kölesini birlikte görmek kabildi. Semâ kayıtları bize kadınların da bu şekilde kitap ezberlediği ve rivayet ettiği hakkında fikir veriyor. Abdullah b. Muhammed el-Kündüri, yayımladığı 300 semâ kaydında 150 kadının ismini tespit etmiştir. Kadınların hoca ve talebe olduğu semâ meclislerine genellikle evlerde rastlanırdı. (Halit Özkan, Memlüklerin Son Asrında Hadis, İstanbul: 2012, Klasik Yay., s.80, 81.) Bununla birlikte kadınlar camilerdeki semâ derslerine katılmakta, kendileri de mescitlerde semâ meclisleri tertip etmekteydi. Onların usulü de tıpkı erkeklerde olduğu gibi talebelere sonradan verilen rivayet icazeti şeklinde gerçekleşmekteydi. Dımaşk’taki Camiü’l-Muzafferi’de semâ dersi veren pek çok kadının adını semâ kayıtlarında görmek mümkündür. (Nagihan Emiroğlu, “Kadınların Hadis Okuttukları Mekânlar: el-Camiü’l-Muzafferi Örneği”, İslam Araştırmaları Dergisi, No. 37, İSAM, İstanbul: 2017, s.43-65.)
Sesin Yadsınamaz Mahiyeti
İslam tarihinde sözlü kitapların oluşumunda bazı dönemlerden söz edilir. Fuat Sezgin, sahabe ve tabiin tarafından hadislerin sahifelere kaydedilmesi sürecini kitabe, Hicri II. asra gelindiğinde rivayetlerin derlenerek ders halkalarında okutulmasını tedvin, daha sonra hadislerin derlenerek baplar hâlinde tasnif edildiği dönemi tasnif dönemi diye tanımlar. (Fuat Sezgin, Arap-İslam Bilimleri Tarihi, İstanbul: 2015, c1, s.61.) Tasnif devri, kitapların ve kitap yazımının yaygınlaştığı bir dönem olarak tefsir, fıkıh ve edebiyat alanlarında eserlerin kaleme alındığı dönemdir. Hicri III. asırdan itibaren İslam dünyasının genişlemesi, gelişmesi, yeni imkânlara kavuşması, başka kültürlerle teması, sözlü kitap yerine yavaş yavaş yazılı kitapların da nüfuz kazanmasına sebep olmuştur. Fakat sözlü kitaplar ile yazılı kitaplar arasına belirgin bir çizgi çekmek imkânsızdır. Telif eserler ortaya çıktıktan sonra bile semâ ve kıraat yöntemiyle kitapların nakli/neşri devam etmiştir.
Kitapların neşrinde sözlü naklin mi yoksa yazılı nüshaların mı daha güvenli olduğu sorusu, uzun süre sıcaklığını koruyan bir tartışma konusu olmuştur. Hicri III. asırdan sonra özellikle hadis alanında bir yandan yazılı eserler bir yandan semâ/kıraat yöntemiyle telif edilen eserler yaygınlığını korudu. Semâ ve kıraat yolunu yani sözlü kitap metodunu benimseyenlerin gerekçelerine bakıldığında Arap yazısında seslilerin eksikliğini ve fonetik açıdan işitilme gerekliliğini temel argüman olarak sundukları görülür. Örneğin dil, edebiyat ve Kur’an ilimleri alanında eserleriyle maruf İslam bilgini İbn Kuteybe, semâ metodunu dinî ilimlerde ve şiir sanatında göz ardı edilemez bir yöntem sayar.
Tabii bütün bunlarla birlikte yazı imkânlarının yaygınlık kazanması ve İslam dünyasında muhteşem kütüphanelerin kurulması, sözlü kitap geleneğinin gittikçe zayıflamasına ve medreselerde okutulan kimi kitaplarla mahdut kalmasına zemin hazırlamıştır. Bugün kitapseverlerin dünyasına yavaş yavaş nüfuz eden sesli kitapları bu tarihsel perspektiften değerlendirmemek için herhangi bir sebep yok.
Evet, şimdi kitapseverler için yenilikçi bir soru sormanın zamanı geldi: İslam dünyasında geleneksel bir yöntem olarak yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyan sözlü kitap geleneğini bugünkü sesli kitap uygulamalarının büyükbabası görmek mümkün müdür? Her ne kadar ilki imkânsızlıktan, ikincisi zaman darlığından ortaya çıkmışsa bile iki yöntem arasında okurlar için derin bir farklılık olmasa gerek. İki yöntem de neticede bilginin ve eserin sesle aktarılması, sesle yaşatılması ve işitilerek okunması gibi temel ortak bir usule dayanıyor. O hâlde kitapseverlerin kendi kendine şunu sormaları gerekiyor: Sesli kitaplardan bu kadar korkmalı mıyız?