Felsefenin amacı Sokrates ve Platon’dan itibaren, insanların mutluluğunu temin etmek ve erdemli bir hayat sağlamaktır. Bunun için özgür ve öz güvenli bireyin öncelikle kendi ruh ve beden sağlığını koruması, yani ruh sağaltımını (tıbbu’r-ruhani) yapması gerekir. Felsefenin gayesi, daha önce de bahsi geçtiği gibi mutluluğun elde edilmesiyse eğer, insanları bu dünyada refah ve huzur, ahirette ise felaha kavuşturacak temel teorik ilkeleri bilme ve öğrenme yeterli olmayacaktır. Bunların pratiğe aktarılması gerekir. Bu nedenle insanı mutluluğa götürecek bireysel, ailevi ve toplumsal önlemlerin neler olacağına dair klasik filozofların incelenmesi önemlidir.
Bu açıdan İslam felsefesinin kurucu filozofu Farabi’nin felsefeyi “tahsilu’s-saada” yani mutluluğun elde edilmesi olarak tanımlaması son derece değerli bir bilgidir. O, birey, aile ve devlet ilişkisini bir bütün olarak varlık, bilgi ve değer açısından ele alır. Ahlak ve siyaset felsefesi ile ilgili Tahsilu’s-Saade, et-Tenbih alâ Sebili’s-Saade, Fusulu’l-Medeni, es-Siyasetü’l-Medeniyye ve el-Medinetü’l-Fazıla adlı eserlerine baktığımız zaman onun etik-politik bir söylemi ilk dönemlerden itibaren kurguladığını, bunun metafizik ve epistemik (bilgi bilimsel) boyutlarını incelediğini görürüz.
Mutluluğun elde edilmesi insanın kendi doğasını (öfke, şehvet ve akıl yetilerini) bilip, itidalli bir hayat sağlamasıyla başlar. Buna “hikmetü’l-hulkiyye” yani ahlak felsefesi denilir. Bireysel olarak donanımını sağlayan (tedbirü’l-mütevahhid) ve kendini bilen kişinin Rabbini de bileceği, bu bilgiye uygun yaşayacağı malumdur. Bu yaşantı biçiminin aileye ve topluma aktarılması Hakk’ın ve Hayr’ın bilgisinin kamusallaşması anlamına gelir. Dolayısıyla erdemli bir tutum oluşturmak ve bunu pratiğe aktarmak isteyen kişi, öncelikle nefsini (doğasını) tanımalıdır.
Farabi’nin dile getirdiği “erdemli toplum”; “ümmeten örneğe (vasata)” (Bakara, 2/143) yani adaletli, her eyleminde aşırılıklardan uzak, ifrat ve tefritten kaçınan, itidalli hareket eden insanların birlikteliğiyle meydana gelir. Bu hususlar, bireysel yönetimden ev yönetimine (tedbirü’l-menzil) geçiş ve şahsiyetli (özgür ve özgüven sahibi) bireylerin oluşturduğu ailelerin kurulması açısından önemlidir. Müslüman filozoflara göre devlet, toplum yönetimi (tedbirü’l-medine/müdün) bunun üçüncü aşamasıdır. Bu toplumsal hayatta sağlanan iş bölümü, insanların yetilerinin ve eylemlerin yerleştirilmesi ve korunmasının nasıl sağlanacağıyla ilgilenir.
Bu açıdan “erdemli yönetim”e ulaşmak, (medinetü’l-fazıla) hekim ve hâkime en az, hatta hiç ihtiyaç duyulmayan idealdir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi medeni ilimler bağlamında kelam (inanç) ve fıkıh (uygulama) ahlak disipliniyle olur. Bununla kastedilen itidalli yani ifrat ve tefritten uzak insanlar topluluğunun diğer insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri yani “ümmeten vasata” olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, erdemli davranışları bilmek ve buna uygun davranmak, Hakk’ın bilgisine sahip olmak ve her daim “Mutlak” ile olan metafizik/manevi irtibatı korumak demektir. Burada anahtar kavramlar iyi ve mutluluk olup “erdemli toplum”dur. İnsan, “toplumsal bir canlı” olarak birey, aile ve devlet/toplum içinde huzurlu, mutlu bir şekilde yaşaması için neler yapmalıdır, sorusunun cevabı aranır.
Müslüman filozoflar, özellikle Farabi ve İbn Sina bu hususlar üzerinde durmuşlardır. Hakk’ın ve Hayr’ın yani iyilik ve güzellik bilgisine sahip olmanın nasıl olacağı birey, aile ve toplum ilişkilerini düzenleyen “medeni ilimler” çerçevesinde incelenir. Farabi, fıkıh, kelam ve ahlak disiplinlerinin öneminden bahseder. Aslında dinî ilimler olarak fıkıh, kelam ve ahlakın medeni ilimler çerçevesinde incelenmesi, peygamberin vahyi pratiğe aktarmasının felsefi dile dönüştürülmesidir.
Burada vurgulanmak istenen evrenin nasıl yaratıldığını pozitif (talimî-tabii) ilimler ile anlayıp, açıkladıktan sonra niçin yaratıldığı bağlamında ilahiyatın (felsefe-i ula) devreye girdiği, medeni ilimler (fıkıh, kelam ve ahlak) ile etik-politik bir sistem oluşturduğudur.
Dinde yer alan pratik (amelî) hususlarda fıkıh, siyasetin içerdiği genel kuralların belirli kısımlarıyla ilgili olan hususları içine alır; bu durumda hukuk, siyaset ilminin bir parçasıdır; Farabi’nin amelî/pratik felsefeden kastı budur aslında. Böyle olunca fıkıh, teorik felsefenin bir bölümü olarak görülür. Teorik felsefenin temel alınması ve bununla alakalı ne kadar derinleşilirse yani uzmanlaşılırsa o kadar iyi olacağının söylenmesi bu bağlamda önemlidir. Pratik felsefede ise itidal/adil olmak merkezdedir. Kelam disiplini kanun koyucunun açıkladığı görüşleri ve uygulamaları inceleyen fıkıhtan farklıdır.
Bu hususu biraz daha açacak olursak, hukuk, kanun koyucunun açıkladığı görüşleri ve uygulamaları inceler. Onlardan usul/yöntem belirler, bununla da onlardan gerekli olan şeylerin çıkarımını yapar. Kelam âlimi ise hukukçunun yöntem olarak ortaya koyduğu şeylerin üstünlüğünü gösterir. Bir insanda bu iki ilmin gücü birden bulunursa ona fakih mütekellim yani hem hukukçu hem de kelamcı denilir (Farabi, İlimlerin Sayımı, Ankara: Elis Yayınevi, 2019:170).