Düşündüğümde her defasında ölmem gerektiğini, sererim yere örtümü ve uykuya doyamam.” Uykuya doyamamak, rüya görmeye doyamamak, yaşam bir rüya olduğundan yaşamı düşlemeye doyamamak…
İspanyol yazar Miguel de Unamuno “yaşamın trajedisi” dediği şeyi yani ölüme rağmen yaşamayı bu dizelerde yakalar. Ölüm hayatın doğal sonu olduğuna göre yaşamanın, doya doya rüya görmenin doğal yolu da ölüme doğru gitmektir. O hâlde ölüme rağmen yaşamak aslında ölmek için yaşamaktır. Miguel tanığı ya da deneyimi olmayan o biricik an için Günlükler’inde “Yaşamaya değmez mi?” der ve ekler “Sadece bir kez ölünür.”
İnsan ilk varoluş “neden”ini ve elbette son “niçin”ini düşünür, bu konuda endişe duyar. Peki ya ölümden sonrası? Koskoca bir boşluk, koskoca bir hiçlik midir? İnsana hiçbir şey hiçliğin kendisi kadar korkunç görünemez. Unamuno’nun kahramanı Augusto, Sis romanında korkunç çığlıklarla “Don Miguel ölmek istemiyorum!” diye haykırır. O, var olma açlığıyla olmak, hep olmak, sonsuza dek olmak ister. Miguel, bu yüce endişeye sürekli bir şeyleri kanıtlamaya çalışan akıl ile cevaplar üretilemeyeceğinin farkındadır. Çünkü o, Yaşamın Trajik Duygusu’nda “Akıl ile ancak kanıtlanmaya değmeyen şeyler kanıtlanabilir.” der. Gerçek çoğu zaman mantık dışıdır. Bu yüzden Unamuno, akıl ile kanıtlanamayacak kadar gerçek olanın yani “hakikat”in peşine düşer; Tanrı’nın varlığına ve o varlıkta yakalanan ruhun ölümsüzlüğüne… Saf Aklın Eleştirisi’nde Kant’ın aklıyla öldürdüğü Tanrı’yı “metafiziğin yeniden doğumu” diyerek kalbiyle tekrar bulması gibi Unamuno da “yaşamın trajik duygusu”nu kalbiyle hisseder ve gerçeğin, gerçekten gerçeğin mantık dışılıklarla dolu olduğuna inanır.
Delilik aklı kaybetmektir, denilir. Evet, aklı kaybetmektir belki ama hakikati değil. Çünkü başkalarının sessiz kaldığı makul ve mantıklı olmayan gerçekleri söyleyen deliler vardır. Miguel de Unamuno’nun Don Kişot’u hemen her kitabına konu etmesini, ona bizim yüce kaçığımız demesini şimdi daha iyi anlayabiliriz. Gezgin şövalye, yel değirmenlerini dev, koyun sürülerini düşman sanırken, cılız beygiri dünyanın en güçlü bineği, kafasındaki bakır tas parlak bir tolgayken, tahta atıyla yıldızlı gökyüzünde maceradan maceraya atılırken insanları karınları ağrıyana kadar güldürür. Unamuno’ya göre “Düşünenler için yaşam komedi, hissedenler içinse trajedidir.” Akıllılar komedi izler gibi Don Kişot’la dalga geçerken aslında o da “akıl”la dalga geçiyordur. Aklın değil ruhun peşinden giden cesur, cömert, çalışkan bilge deli, yenilgiye uğrayarak yener, dünyaya kendinden gülecek bir şeyler bırakarak hükmeder. Unamuno, “Düşüncemizin kahramanını yaşamış, etten ve kemikten bir filozofta değil de tüm filozoflardan daha gerçek olan hayalî bir insanda, bir eylem adamında aramamız gerekir belki de: Don Kişot’ta!” der. Ona göre diğer felsefi akımlar gibi bir Don Kişot felsefesi ya da bir Kişotizim vardır.
Konu buraya gelmişken insanın var olma açlığına geri dönelim ve şunu soralım: Cervantes bu açlığını Don Kişot’la mı gidermeye çalışmıştır? Hayatı anlatmak yaşamanın bir başka yoluysa eğer; Cervantes de gezgin şövalyeyi anlatarak onunla yüzyıllar boyunca yaşamayı mı ummuştur? Unamuno Roman Nasıl Oluşturulur’da konuya keskin bir giriş yapar. Ona göre edebiyatta üretim denilen şey aslında bir tüketimdir. Düşüncelerini, hayallerini, duygularını yazanlar onları tüketmekte, yok etmektedir. Düşüncemiz yazıyla sabitlendiğinde ölüverir ve artık bir gün toprak altına girecek iskeletimiz kadar bize ait değildir. Yani diyebiliriz ki edebiyat ölümden başka bir şey değildir, “başkalarının ondan can alabileceği bir ölüm”!
Cervantes hayalini yazdı, tüketti ve öldü. Ama o hayalî karakter Cervantes’ten de canlı şekilde hatta ölümsüz diyebileceğimiz kadar çok yaşayarak canlılığını devam ettirdi. Şimdi Cervantes mi daha gerçektir yoksa Don Kişot mu? Cervantes mi daha canlıydı, yazdığı kahraman mı? Edebiyat, Unamuno’nun dediği gibi başkalarının ondan can alabileceği bir şeyse eğer Don Kişot Cervantes’ten can almıştır.