Bizde roman, hikâye hatta kimi zaman tiyatro söz konusu olduğunda, gazetecilik mesleğiyle yazarlık faaliyeti çoğunlukla bir arada yürütülmüştür. Bunda, Tanzimat yılları yazarlarının aynı zamanda gazete patronu ya da köşe yazarı olmalarının etkisi büyüktür. Mesela Ahmet Mithat’tan Ahmet İhsan’a birçok isim gazete yahut dergi sahibidirler, bir taraftan da metin üretirler. Ahmet Rasim gibi birçok isimse gazeteciliği ve yazarlığı bir arada sürdüren kişilerdendir.
Metnin gazete aracılığıyla okura ulaştığı yayın anlayışının, profesyonel yayınevi yayıncılığına göre birtakım olumlu ve olumsuz yanları vardır. Bir defa metnin günübirlik üretilip sıcağı sıcağına okura ulaştırılması; yazarın -metnini dinlendirme imkânı olmadığından- kendi hata ve eksiklerini görmesinin, gereksiz ayrıntıları kurgudan arındırıp bazı noktalarda tespit ve dokunuşlarla metni derinleştirecek eklemeler yapmasının önüne geçecektir. Yayınevi merkezli kitap yayınlarındaki nitelik farkının başlıca sebebi budur. Yazar, dosyasını yayınevine teslim etmeden önce metin üzerinde uzun süre durma olanağına sahiptir çünkü. Öte yandan tefrika yayıncılığı, okura günübirlik ulaşıyor olması sayesinde güncel meselelere değinme şansı bulur. Böylece hayatın yönlendirilmesinde edebiyat önemli bir yere oturacak; en azından sosyal gelişmeleri, okuyan bireylerin yönlendirebilmesi ihtimali doğacaktır.
İşte Peyami Safa, gazetecilik mesleğiyle yazarlık faaliyetini bir arada sürdürmüş yazarlardan birisidir; hatta gelenekli anlayış çerçevesinde düşünürsek belki de gazeteci yazarların sonuncusudur. Yazarlığa başladığı dönemin anlayışıyla olgunluk yaşlarına denk gelen yılların anlayışı arasında büyük bir değişim olduğundan da ilk dönem romanlarıyla son dönem romanları arasında gerek teknik gerekse içerik yönünden farkların olması kaçınılmazdır.
Peyami Safa, 2 Nisan 1899’da İstanbul/Fatih’te dünyaya gelir. Ona bu ismi, babasının yakın arkadaşı olan Tevfik Fikret koymuştur. Babası, Tanzimat Dönemi’yle Serveti Fünun topluluğu arası dönemde adından söz ettirmiş nesle mensup, şair kimliğiyle de tanınan, bilinen İsmail Safa’dır. Muallim Naci’nin -Peyami Safa’nın babasına- anadan doğma şair anlamına gelen Şair-i Mader-zad takma adını verdiği İsmail Safa, şair kimliği yanında çeşitli konulardaki yazılarıyla ve eleştirileriyle de adından söz ettirmiştir. İlk eşini kaybetmesinin de etkisiyle vereme yakalanan İsmail Safa, doktorların önerisiyle bir müddet Midilli’de kalmış, İstanbul’a dönüşünün ardından ikinci evliliğini yapmıştır. Fakat 1900’de Sivas’a gönderildiğinde kızları Selma ve Ulya’yı peş peşe kaybedince eski hastalığı nüksedecek, 24 Mart 1901 tarihinde Sivas’ta vefat edecektir.
Peyami Safa, babası öldüğünde bir buçuk yaşında, henüz bebeklik çağındadır. Babanın kaybıyla aile büyük ekonomik zorluklarla mücadele etmek zorunda kalır. Annesi Server Bedia Hanım, Peyami Safa ve ağabeyi İlhami Safa’yı zor şartlarda yetiştirir. Onca sıkıntının üstüne Peyami Safa ilköğrenimine devam ederken kemik veremi hastalığına yakalanır ve okulu bırakmak zorunda kalır. Yıllar sonra yazacak olduğu otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, bu hastalığı sırasında hastanelerde yaşadıklarından yararlanacaktır.
1910 yılında Vefa İdadisine başlar. İdadi, günümüzdeki lise derecesine denk gelen okullara denilir. Safa, ilk edebiyat tartışmalarını ve edebî ürünlerini burada okurken verecektir. Gelecekte Milli Eğitim Bakanı olacak olan Hasan Ali Yücel de aynı lisededir. Yalnız o mu, ileride Anadolu merkezli şiir anlayışını temsil ederek bir şekilde “Beş Hececiler” olarak anılacak şairler arasından Yusuf Ziya Ortaç da aynı dönemde Vefa İdadisindedir.
Safa, ilk hikâye denemesi “Piyano Hocası”nı yazdığında henüz on bir yaşındadır. Yine idadide okurken, büyük bir ilgi görecek Sakın Bu Kitabı Almayın isimli hikâye kitabını yayınlayacaktır. İdadi sonrası, dönemin tiyatro okulu olan Darülbedayi’ye girmeye hak kazansa da I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, ailenin geçiminde annesine yardımcı olmak için okulu bırakıp Posta ve Telgraf Nezaretinde çalışmaya başlamıştır.
1918’de ağabeyiyle birlikte Yirminci Asır gazetesini çıkarmaya başlar. Bu gazetede yayımladığı “Asrın Hikâyeleri”yle dikkat çeker. Alemdar gazetesinin düzenlediği hikâye yarışmasında dereceye girer ve dönemin birçok önemli yazarı tarafından övgü alır. Artık Peyami Safa, gazetecilik mesleğini ve yazarlık faaliyetini bir arada sürdüren, ismi yavaş yavaş tanınmaya başlanmış birisidir.
1923’te ilk romanı olan Sözde Kızlar yayımlanır. Romanda, Mütareke İstanbul’unda kaybolan değerler, babasını aramak için Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş Mebrure merkezli anlatılır. 1924’te üç romanı yayımlanır: Süngülerin Gölgesinde, Mahşer, Bir Akşamdı. Yazar bu ilk dönem romanlarında Doğu-Batı çatışması, yanlış Batılılaşma gibi sosyal meseleleri ele alır. Çatışmayı yaşayan ana karakterlerin kadın kimliğiyse bir diğer ortak özelliktir. Aslında Peyami Safa, benzer konuları ve hemen hemen aynı bakış açısını, otobiyografik yönü ağır basan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu hariç sonraki romanlarında da sürdürecektir. 1925’ten itibaren ise aynı zihinden ikinci bir yazar daha çıkaracaktır Peyami Safa: Server Bedi.
Server Bedi, onun ticari kaygılarla yazdığı kitaplarında kullandığı müstearıdır. Cingöz Recai, Selma ve Gölgesi, Kartal İhsan, Çekirge Zehra, Tilki Leman gibi romanlarını Server Bedi müstearıyla yayımlamıştır.
En çok bilinen romanlarından biri olan Fatih-Harbiye’yi de 1931’de yayımlar. Bu romanda Doğu’yu temsil eden Fatih semtiyle Batı’yı temsil eden Harbiye semti arasındaki farklılığı ve çatışmayı, yine bir kadın karakter üzerinden yani Neriman aracılığıyla ele alır. 1933’te Bir Tereddüdün Romanı yayımlanır. Biz İnsanlar 1937’de tefrika edilir. Fakat bu roman ancak 1959’da kitap olarak basılmıştır. Biz İnsanlar’ın ardından, Peyami Safa gibi üretken bir kaleme uzun sayılabilecek bir süre roman yayımlatmaz. Daha doğrusu bu dönemde gazeteciliğe daha fazla ağırlık verir; zihnini asıl bu faaliyetin meşgul ettiğini, nitelikli ürünler veremeyeceğini düşündüğünden Server Bedi müstearlı roman ve hikâyeler yayımlar. Nihayet 1949’da Peyami Safa romancılığında yeni bir aşama olan Matmazel Noraliya’nın Koltuğu yayımlanır.
Peyami Safa romancılığını üç döneme ayırmak mümkündür. 1920’li yıllarda yayımladığı ilk dönem romanlarında iyi niyetli bir yazarın henüz olgunlaşmamış arayışları görülür. Bu romanlarda Doğu-Batı çatışması, dejenere olma, Batı’nın yaşayış biçimine merak salanların kendi çevresiyle yabancılaşması gibi toplumsal konular işlenir. Yazar, kısmen tipleştirmeye giderek gerçekçi roman anlayışından uzaklaşır. Çatışmayı yaşayan karakterler kadındır ve Peyami Safa’nın toplumsal görüşlerini örneklemekten öteye gitmezler. 1930’da yayımlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’yla birlikte Peyami Safa romancılığında yeni bir evre başlar. Artık psikolojik tahliller daha derinliklidir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu sonrası yeniden toplumsal konulara döndüğü romanlarında da ilk döneme nazaran bir olgunlaşma görülür. En azından çatışmayı yaşayan karakterin psikolojisi daha derinlikli ele alınır. Üçüncü dönem, ustalık dönemidir. 1949’da yayımlanan Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve 1951’de yayımlanan Yalnızız romanları, önceki romanlarına nazaran bambaşka bir teknikle yazılmıştır. Yazar, artık kahramanlarını yargılamayı bırakmıştır; okura iç seslerini de göstererek onları anlamaya çalışmaktadır.
Sıkıntılarla dolu bir hayattır Peyami Safa’nınki. Daha bebekliğinde babasız kalması, ilköğretim yıllarında onu hastane koğuşlarıyla tanıştıran ve kolunun kesilmesi korkusu yaşatan kemik veremi hastalığı, patlak veren savaşın da etkisiyle öğrenimini bırakıp çalışmak zorunda kalışı, 1938’de evlendiği Nebahat Hanım’ın hastalıkları ve felç olması… Bunların her biri insani olduğu kadar büyük sabır gerektiren imtihanlardır. Yazar Peyami Safa da öyle yapar. Yazmaktan, okumaktan vazgeçmez. Lakin asıl büyük acıyı 27 Şubat 1961’de yaşayacaktır Peyami Safa. Oğlu Merve, Erzincan’da yedek subay öğretmen olarak vatani görevini yerine getirirken vefat edecektir. Evlat acısı, zaten acılarla yoğrulmuş babayı derinden sarsacak, oğlunun ölümünden üç buçuk ay sonra 15 Haziran 1961’de hayata gözlerini yumacaktır. Mezarı, Edirnekapı Şehitliği’ndedir.
“Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişemeyeceğinden korkuyorum.” diyen Peyami Safa ölümüne dek gazetecilik mesleğini sürdürdü. Başta siyaset olmak üzere güncel meselelere dair fıkralar yazdı. Onun yaşadığı çağ hâlâ kargaşanın ve zihinsel çıkmazların had safhada olduğu bir dönemdi. Usanmadı, zihnini memleketinin meseleleri ve insanlarının sorunlarıyla daima meşgul etmeye gayret etti. Elbette o da bir insandı. Yukarıda bahsettiğimiz beşere ait sorunlarla yüzleşti. Kafa karışıklığı oldu, kimi zaman isabetli sayılamayacak görüşleri de oldu. Yazdıkları yüzünden kovuşturmaya da uğradı. Ama bir taraftan, doğrudan edebiyatı ve sanatı ilgilendiren meselelere de kafa yordu. “Sanat nedir?” sorusuna cevap aramaya çalıştı, Doğu’yla Batı arasındaki ilişkiyi edebiyat merkezli ele aldı, sadece deneme ve fıkralarıyla değil kurgu metinleri aracılığıyla da düşünce mesaisine bağlı kaldı. Şüphesiz, modernist tekniklerin çok başarılı bir şekilde kullanıldığı Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız romanları başta olmak üzere Peyami Safa romanlarından nesillerin alabileceği nice dersler vardır. Nitelikli edebiyatın ve sanatın nasıl olacağı, toplumsal meselelerin kurgu metinlerde ele alınış biçimi, toplumsal değişim yaşayan bir toplumun hangi sancıları yaşadığı bu derslerden sadece bazılarıdır. Ama Peyami Safa, aynı zamanda hayatıyla da çok önemli bir ders verir: Adı köşe yazarlığı olmuş, doktor olmuş, öğretmen olmuş fark etmez; hayatımızı idame ettirmek, geçimimizi sağlamak, kazancımızı helal yoldan kazanmak için bir mesleğimiz olacaktır. Şayet yeteneğimiz varsa yazmanın, metin üretmenin önünde mesleğimiz asla engel değildir. Kendimizi ne tamamen gündelik kazancımıza kaptırıp edebiyatı ihmal etmeliyiz ne de aradığımız o en güzel metin uğruna hayatı teğet geçmeliyiz. İkisini bir arada yürütürsek zaten hayatımız edebiyatla şekillenmeye, yazdıklarımız hayatımızla zenginleşmeye başlayacaktır.