Cemal Şakar Sümeyye Özgen Hayat İşte Böyledir. Başlar ve İlerler. Durmaz. Daima Akar. Doğan Her Şey Kendine İlişik Zamanı Ölçüsünde Bu Akışın İçine Katılır. Biz İçeriden Baktığımızda Buna Hayat Deriz, Daha Yukarıdan Büyük Resme Bakanlar İse Buna, Âdem’d
Hayat işte böyledir. Başlar ve ilerler. Durmaz. Daima akar. Doğan her şey kendine ilişik zamanı ölçüsünde bu akışın içine katılır. Biz içeriden baktığımızda buna hayat deriz, daha yukarıdan büyük resme bakanlar ise buna, Âdem’den bu yana insanın hiç değişmeyen hakikati der. Büyük resmi görebilmek o hiç değişmeyen hakikatin peşinde yorulmayı, hayatın içindeki sıradan uyanmaların üstünde bir uyanmayı gerektirir. Zamana sığmayan bir zamanın, zamanın dışındaki bir yerin, bir makamın arayıcısıyım, diyerek ifade eder Cemal Şakar bu uyanma çabasını “Yolculuk” öyküsünde. Öyküsünün adı ise yeryüzündeki o değişmez hakikati sezdirmek noktasında oldukça manidardır. Zira hakikat arayıcılarına önerilen şey geçmişten bu yana daima yol ve yolculuktur.
Her insan aynı yolun ayrı yolcusudur. Cemal Şakar, ilk insandan bu yana değişmeyen ve değişmeyecek olan bu yolu ve insanın hakikate ulaşma serüvenini sezdirmeyi amaçlar öykülerinde. Dostluklar, sırlar, rüyalar o yolculuğun içinde sürer gider. Yol değişmez, yolculuk değişmez, değişen insanlar ve onların yolculuğa yüklediği anlamlardır. Değişen bu anlamı verebilmek için zaman, mekân, isimler önemsizleşir, silikleşir onun öykülerinde; anlatının sınırları zorlanır, değişir, yeniden yoğurulur ve anlamla bütünleşmiş bir biçim sayesinde kalıcılığın, yarınlara kalmanın yani hakikatin peşine düşülür.
Hayat işte böyledir. Başlar ve ilerler. Durmaz. Daima akar. Onun da dediği gibi belki de yürümek, sadece yürümek ferahlıktır. Endişesiz, emin bir yürüyüşle bildiklerini geride bırakarak, kendini de geride bırakarak yürümek, ferahlıktır.
Durmak ölümdü, yürümek hayat… Belki de yürümek, sadece yürümek ferahlıktır… Yolculuk varmaktan güzeldir bazen… Asıl seyahat yürekte galiba… Bir yol var ve o yol neredeyse bütün öykülerinizin içinden geçiyor; bütün kahramanlarınız durmaksızın o yolun yolcusu, hepsinin zihninde gitme fikri var, sadece hepsinin gitmeye ve yolculuğa yüklediği anlam değişiyor diyebiliriz. Peki, bu yol ve yolculuk nereden gelir, nereye çıkar?
Aslında cevap basit, basit olduğu ölçüde yalın: Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz. Ama insan basit ve yalın bir varlık değil; mürekkep bir varlık, bu yüzden de durmaksızın kendine hikâyeler inşa ediyor, etmese kendi olamaz ve başkalarına katılamaz. Hikâye inşasında başta dil, kültür ve mizaç etkili oluyor. Hani “şükür ki insandan insana fark var” dediğimiz şey mizaçla ilgili. Ama yine de insanların kaçınamadığı bir ortak payda var; o da Allah’tan gelip yine O’na dönecek olmasıdır. Bu Allah’ın yazdığı bir yasadır ve O’nun yazdıklarından kaçınamayız. İşte bu kaçınmayıştır, insanı hikâyeler inşa etmeye zorlayan. Çünkü ancak böylelikle anlayabiliriz başımıza gelenleri ve geleceği.
Açıktır ki bu bir yol hikâyesidir, yol varsa yolculuk zorunluluktur; kimse ben yürümüyorum diyemez. Madem böyle bir zorunlulukla karşı karşıyayız, o zaman temel soru hangi yolun yolcusu olduğumuzdur. Bu soruya verdiği cevap insanı bir yolun yolcusu yapar; o şeyin yolundadır artık.
“Yolunda olmak”ta, olmak fiili, “olma”ya dair tüm anlamları içkindir. İmkânlar içinde en mümkününün, olasılıklar içinde en hayırlısının peşinde olma’ya dair bir yolculuk… Güzellik, şeyin kendi mümkün sınırlarına ulaşma gayretiyle yani kemalle ilgilidir. Yolunda olmak, güzelin, hayrın, doğrunun… yani hikmet ve hakikatin belirdiği, parıldadığı anları deneyimlemek değil midir? Sanat da bu deneyimden başka ne ola ki?
Girift diyebileceğimiz kurgular, üstkurmaca tekniği ile kurgulanmış öyküler, küçürek öyküler, sinema teknikleri kullanılarak oluşturulan kurgular, her okurun kendi öyküsünü yeniden yazması için alt alta numaralandırılarak verilen cümlelerden oluşan alışılmışın dışında öyküler… Cemal Şakar biçimsel anlamda neden kurguyla sürekli böylesi bir gerilim hâlindedir ya da onun kalıplarla ve sınırlarla derdi nedir?
Arapçada “halk” kelimesi takdir; ölçmek, biçmek, düzüp koşmak anlamındadır. Halk’ın Türkçe karşılığı olan “yaratmak” da “yaramak”tan türetilmiş olup “halk” kelimesini layıkıyla karşılamaktadır. Bu durumda, herhangi bir şeyi yarayışlı hâle getirmek, o şeyi yaratmak oluyor diyebiliriz.
Sanatçı elbette yoktan var edemez. Önünde iki yol vardır: i) Yaratılanları ait oldukları yere iade etmek; ii) Yaratılanları olması gerektiği yerde anlatmak. Bir sebeple olması gereken yerden koparılan yaratılmışlar zulüm altında demektir; onu ait olduğu yere oturtmak hikmetin gereğidir. Çünkü hikmet, yaratılanları en iyi bilgiyle bilmektir. Yaratılanlar da ancak takdir edildiği yerde en güzel hâliyle bilinir. Sanatçının yaratması, ele aldığı meseleyi kendi kemalini bulacak şekilde anlatabilmektir. Yaramanın, yarayışlı hâle getirmenin ahlaki bir boyutu olduğu açıktır. O hâlde sanatçıya düşen hem biçimsel kemali hem de ahlaki değerleri mezcedebilecek bir üslup bulabilmektir.
Üslup da meseleyi ele alma biçimi olduğuna göre iş her seferinde dönüp dolaşıp en güzel şekilde anlatmaya dayanıyor. Çünkü bunu başaramazsanız ele aldığınız meseleyi kendisi hakkında yarayışlı hâle getirememişsiniz demektir. Seçilen konuyu ele almak, yani onu içerikleştirmek ve o içeriğe uygun biçimi bulmak sanatın olmazsa olmaz koşuludur. Aksi hâlde seçtiğiniz konuyu bırakın kendisiyle ilgili yarayışlı kılmayı, onu heder etmiş, kullanışsız hâle getirmişsinizdir.
Derdim durduk yere biçimi zorlamak, kalıpları yıkmayı denemek değil; seçtiğim konuyu ele alırken, onun kemaline dair sınırları yoklamaktan ibarettir. Bu sınırlara ulaşmak bazen var olan biçimlerle mümkün bazen de mümkün olmuyor. İşte bu olamayış aramayı, denemeyi, yoklamayı zorunlu kılıyor; en azından benim için böyle.
Yukarıdaki sorumla bağlantılı olarak şöyle bir soru daha sormak istiyorum: Romana göre daha kısa bir form olan öykünün, bu biçimsel denemeler ve kurgusal oyunlar noktasında imkân ve imkânsızlıklarına dair neler söylersiniz?
Edebî türlerin birbirine üstünlükleri yoktur ama kendilerine göre imkânları ve imkânsızlıkları vardır. Önemli olan seçilen türün bu biçimsel imkân ve imkânsızlıklarını iyi bilmektir. Zaten iyi eser, bu sınırlarda doğuyor.
Edebiyat geçmişten bugüne çağının şahidi olarak insanlığın ortak birikimini yansıtır, çoğaltır ve gelecek kuşaklara aktarır. Bir anlamda toplumsal değerlerin aktarım görevini üstlenir, bunu da zaman, mekân gibi toplumsal ortak hafızalardan yola çıkarak yapar. Peki, zamanın ve mekânın tahrip edildiği modern ve modern sonrası zamanlarda edebiyat bu değer aktarımını ne aracılığıyla ya da nasıl yapar? Bu değer aktarımı metinlerde neye emanet edilir?
Tarih boyunca insanların birikimi dilde muhafaza edilir; dil bu devasa birikimi muhafaza edip şimdiye taşır. Yazılı olanın, kayda geçenin kalıcılığının yanında; kavramların anlamsal genişlemeleri düşünce tarihinin atlası gibidir. Sadece kelimeler/kavramlar üzerinden bile geriye dönük bir yolculuğa çıkmak mümkündür.
Zamanın geçmişte biriktirdikleri, çizgisel bir zaman üzerinde ipe dizilir gibi dizilmez; daha çok bir yumak gibi birbirine tutunarak hep şimdiye dâhil edilir. Geçmişin şimdiyle iltisakı dil sayesindedir. Bu nedenle de dil, zaman kategorisine dâhildir.
Buradaki temel zamansal birim, geçmişle gelecek arasında bir sınır olan şimdi değil, andır. Zira an, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde diziselleştirilmiş zamanı kapsayarak, onu aşar. (İnsan, zamanı ancak an olarak deneyimlediği için an, gerçek zamandır da.)
Modern zamanlarda, geçmiş zamanın izini süren edebî eserlerin bu izi zaman üzerinden sürmesi boşuna değildir. Hele ki modernliğin mekânı sürekli olarak tahrip ettiği düşünülürse mekânın hafıza niteliğinin ne kadar zayıfladığı ortaya çıkar. Artık kimse doğduğu evde ölmüyor; bu yüzdendir modern sanatın zamanla derdi, diye düşünüyorum.
“Çöldeydiler, kaç zamandır çölde olduklarını bilmiyorlardı. Sanki bir dairenin içindeymişler gibi, sanki hep bir çember çiziyorlarmış gibi, umutları tükeniyordu, özgürlük, izzet, haysiyet... hepsinden vazgeçeyazdılar; yurtlarını düşündüler, sofralarını; en çok sarımsak, soğan, acur geldi akıllarına, tıka basa doymalar…. Tıka basa yediler, kusuncaya kadar, zehirleninceye kadar, öleyazdılar yemekten içmekten. Bilmediler. Bilselerdi.” Neden bilmiyorum ama bir öykünüzde Hz. Musa kıssasından anekdotlar içeren bu cümleler bana modern çağın insanının hâlini hatırlattı. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Muhacir bir aileye mensubum. Çocukluğum bu tür hikâyeleri dinlemekle; sonraki yaşamım bu hikâyelerin gerçekliğiyle yüzleşerek geçti. Şimdi Ukrayna… Savaş, göç, sürgün… herhâlde insanlık tarihinde hep var oldu ve olacak gibi.
Malumunuz emniyetle iman aynı kökten türüyor. Göç ve sürgünler bu iki kavramın etimolojik bağının koparıldığı, parçalandığı anlardır. İnsanın doğal hakkı olan “beş zorunluluğun” elinden alındığı bu anlarda, insan ve insanlık son sınıra dayanır; daha ötesi yoktur. Bağ parçalandığında değerlerin kaynağı olan iman ve izzetli, haysiyetli bir yaşamın kökeni olan emniyet, sürgünlerin elinden alınmış ve hep son sınıra doğru sürülmeye başlanmışlardır. Trajedi ya da acı da değildir yaşanan; insan olarak var kalabilmek umududur bütün sürüklenmeler. Herkesin tabi olduğu zaman ve mekândan koparılan insan, sadece sürüklenir, bilinmezliğe doğru. Ne idrak edebilir ne de duyumsayabilir; her türlü tehlikeye açık hâlde sadece sürüklenir.
Sözünü ettiğiniz öykü kimi kıssalara, mesellere, hikâyelere atıf yapıyor; istiyor ki tarihin her döneminde yaşanan bu sürüklenmelere şahitlik edebilsin ve müşahedelerini yarınlara taşıyabilsin.
Öykülerinizin toplamına bakıldığında; savaşın etkilediği çocuklar ve onların yaşadıkları, zalimlerin mazlumlar üzerindeki şiddeti, ölüm, açlık, acı, yıkım, hicret temalarının yoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Öykülerinizde genellikle bu ölümlerin ya da zulümlerin mekânı, zamanı ya da kişilerinin isimleri belirgin değil. Etrafımızda cereyan eden olaylar ve acılar çok somut bir şekilde işlenirken geri kalan kurgusal detaylar çok soyut ve belirsiz bir zeminde verilmiş. Bu konuda neler söylersiniz?
Az önce dediğim gibi saydıklarınız insanlık tarihi boyunca olagelen ve olagelecek olanlardır. Haddizatında konular nerdeyse Hz. Âdem’den beri hep aynı ve tarih boyunca bin türlü biçimde anlatıldı zaten. Şimdi yaşadığı zamanın şahitleri olarak bir de biz anlatıyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken sanatsal türlerin tarihsel olduğudur; konuların aksine sanatsal türler doğup ölüyorlar. Şimdi bizim elimizde bazı sanatsal türler var ve bunlar da yarın ölecekler. Ölecekler ama ne doğacağını bilmiyoruz, o hâlde var olanla en güzel şekilde anlatmanın yolunu bulmak gibi bir borcumuz var. Bir de eğer eser evrensellik iddiasında olacaksa kökleri, kökenleri açığa çıkarabilmelidir.
Özellikle andığınız konular zaten dediğim gibi herkesin şimdi, burada tabi olduğu zaman ve mekândan kopmuş insanlardır. Onları böyle değilmiş gibi bu tabiyet içinde anlatmaya kalkarsak konuyu doğru bir şekilde ele almamış oluruz; yani konuya dair upuygun biçim bulunamamış demektir ki bu da kötü esere örnektir.
Öykünün hem kuramıyla hem de üretimiyle uğraşan biri olarak size şöyle bir soru sorsam: İlk tasarlanan neden hep yazılmadan kalır? Bir öykünün ya da romanın ilk ve son cümlesi neden önemlidir?
Çünkü eser bir taşma hâlidir; söylemeden edilmeyendir. Taşma için dip akıntısı şarttır, o akar durur, taşanlar hep ona dairdir, ama o değildir.
Biriyle inşa edilmiş bir yapıya girersiniz, diğeriyle çıkarsınız. Girdiğiniz yerle çıktığınız yer arasındadır bütün hikâye. Yanlış girilmiş bir kapıdan doğru çıkış olmaz.
Modern insan için hız ve imge bombardımanı altında yaşayan insan demek yanlış olmaz sanırım. Edebiyatın da bu hızdan ve imgesel dilden payını aldığını söylemek mümkün. Öykülerinde simgesel ve imgesel bir dil kullanan bir yazar olarak sizce, bir yanıyla kaçınılmaz olan bu yoğun imge kullanımı ya da imgesel dil hangi aşamadan sonra tehlikeli olmaya başlar?
Simgenin su götürür yanı vardır. Çünkü simgenin neyi simgelediğine dair toplumsal bir uzlaşım vardır. Ama imge öyle değildir, her seferinde sadece bir kereliğine inşa edilir, tekrarı yoktur, dahası yaslandığı bir uzlaşım da yoktur. Bu nedenle bağlamsaldır. Eğer inşa edildiği bağlam sağlam bağlarla birbirine bağlanamazsa ortaya bir saçmalık çıkar; sadece fiyakalı durur, caka satar, ama bu fiyakası her zaman bir fiyaskoyla sonuçlanır.
Güzel eser çalım satmaz, gösteriş budalası değildir. Derdini en güzeliyle ortaya koymak yükümlülüğündedir. Güzel sadedir, basittir, yalındır; ama yalınkat değildir. Kendi kemalini bulduğu için sadece kendisine benzer, kopya değildir, özgündür. Güzelliğini başkalarına bakarak değil, kendi özüne bakarak arar. Bu nedenle olması gerektiği yerdedir, hikmetlidir, hakikidir.
Bir öykücüyü ya da yazarı kendini çoğaltmaktan koruyan şeyler nelerdir ya da kendini çoğaltmanın sınırı ne olmalıdır?
Zor soru. İnsanın kendisini bilmesiyle ilgili olmalı. Es vermek, gerektiğinde vazgeçebilmek belki önde gelen erdemlerdendir.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve bunların sizdeki ilk çağrışımlarını sorsam.
Çöl: Zamanda ve mekânda kaybolmak.
Zeytin ağacı: Kandilin alevinin kökü.
Deniz: Sonluyla sonsuzcanın deneyimlenmesi.
Sürgün: İnsanlıktan çıkmaya ramak kalması.
Zaman: Anları mümkün kılan o sonsuzca imkân.
Rüya: Gerçekliğin kendini başka bir pencereden açması.