Jack London’ın Yazma Serüveni

Bir ressam yıllar boyunca dağları, limanları, denizleri, adaları, balıkları, yıldızları, atları, boşlukları ve insanları çizer. Ölümünden az bir zaman önce anlar ki aslında bütün çizdikleri kendi suretidir. Yazar için de bu böyledir. O da yıllarca uyurken ve uyanıkken gördüğü düşlerini anlatır. Her bir hikâyeye kendinden bir parça bırakır. Zorladığı sınırlar, içine düştüğü kuyular, el değmemiş durgun kıyılar kendinindir. Kimi zaman gördüğünü kimi zaman görmesi imkânsız olanı yazar. O yazdıkça büyük pazılın parçaları birer birer yerine oturur.

Yazar, bütün hikâyelerin anlatıldığına, güneşin altında söylenecek yeni bir söz kalmadığına inansa da en iyi bildiği şeyi kendi üslubunca yapmaya devam eder. Çünkü çoğu zaman elinden başka türlüsü gelmez; yazılacaklar, çıkarılıp da içinden atılana kadar peşini bırakmaz. Mesela Marquez henüz dört yaşındayken tutulur bu hastalığa. Gerçeği daha neşeli ve anlaşılır kılmak için fantastik ayrıntılarla süslediği olaylar anlatır etrafına. Tomurcuklarını yeni açmaya başlamış bu küçük yazar, ona birçok hikâye armağan eden dedesinin cenazesinde şunun farkındadır: “Henüz ilkokula gidiyordur ve yazmayı öğrenmesi gereken bir yazardır.” Daha büyüdüğünde de kendi kendine bir savaş yemini ettiğinden bahseder Anlatmak İçin Yaşamak’ta. “Ya yazacaktım ya da ölecektim. Belki de Rilke’nin dediği gibi yazmadan yaşamayı becerebileceğimi sanıyorsam yazmayacaktım.” der.

Marquez gibilerle aynı yıldız tozunu yutmuş Sait Faik “Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi?” sorusunu sorar ve insanı edebiyatın dikenli yollarına adım atmaya zorlayan hırsa dikkat çeker. Ne içindir bu hırs? Şöhret için mi? Dikkat çekmek için mi? İktidar mı? Geçim sağlamak mı? Ne için? Şöhretin, iktidarın ve ilgi kaynağı olmanın ötesinde Jack London’a göre hırs iki sınıf için önemlidir. Bunlardan ilki küçük bir gruptur ve bu grup dünyanın duyması gereken ya da duymaktan hoşlanacağı mesajlar taşır. Kulaklar sağır, gözler kör olsa ya da gökler yıkılsa yine de onlar anlatmaya devam eder, hırsları, öğretmek, yardım etmek ve yükseltmektir. İkinci sınıf ise çok daha geniş “çamurdan yaratılmış”, yaşamını zor şartlarda, kıraç yerlerde geçiren, iyi yemenin, iyi giyinmenin açlığını çeken, dünyanın zevklerinden yeterince tatmak isteyen kişilerden oluşur.

London elbette kendini ikinci sınıfa dâhil eder ve yarı otobiyografik romanı Martin Eden’da hırsının serüvenini anlatır. Eden, sekiz yaşından beri altın aramacılığından çamaşır yıkamaya, kömür küremekten gemiciliğe kadar bütün ağır işlerde çalışır. Çalışmak her şeydir onun için. Peki, gücü tükendiğinde ne yapacaktır? Zamanla zor bir günün ardından duyduğu gurur, yerini öfkeye, kendini ücretli bir köle gibi hissetmeye bırakır. Çıkmak istediği yukarılara, en yukarılara kaslarıyla değil beyniyle ulaşabileceğini fark ettiğinde hiçbir engel onu okumaktan, öğrenmekten, düşünmekten ve yazmaktan alıkoyamaz. Sefalet Martin’i aceleci yapmıştır. Uzun yıllar sonra görülecek “doğal eleme” umurunda değildir. Ona göre tanınmamış bir yazarın imkânsızı gerçekleştirmesi lazımdır. Kimse inanmasa da bunu başaracağından ve karşılığını alacağından hiç şüphe duymaz.

Günde beş saatlik uykuyla ortalama bir üniversite öğrencisinin bir senede edindiği bilginin çok daha fazlasını bir ayda öğrenir. Hayatı iki yıl boyunca kütüphane ve küçük odası arasında geçer. Bu iki yılın sonunda neredeyse uykusunda bile hikâye yazıyordur. Severek yazdıklarının dergiler tarafından reddedildiğini görünce piyasaya uygun şeyler yazmaya başlar. Bulduğu tablolar, şablonlar ve fişler sayesinde kendince bir formül geliştirir ve yarım saat içinde bir düzine hikâye yazabilir hâle gelir. Bunlarla ufak paralar kazanır ancak çoğu zaman açtır, rehincinin kölesidir. Dünyanın ona borcu vardır ve borcunu alana kadar da yazmaya devam edecektir. Birinci sınıf sandığı dergilerin kendi faturalarını bile ödeyemediğini, gerçek editörlerin kuyruklu yıldızlar kadar az olduğunu anlayınca dünyanın dolgun kulağına taze bir şeyler söylemenin, olağanüstü bir eser ortaya koymanın, imkânsızı başarmanın zorunluluğunu bir kez daha hisseder.

Kierkegaard’a göre aylaklık yüce bir hayat tarzıdır. O “Aylaklık hissinden yoksun her insan, bu özelliğiyle sadece bilincinin insanlık seviyesine henüz yükselmediğini gösterir.” der. Eden’ın etrafındaki insanların da bilinçleri alt seviyelerde geziniyor olacak ki onu bir işe girmemekle, boş şeylere vakit harcamakla itham ederler. Oysa Martin onların ufkuna sığmayacak kadar büyüktür. Anlamadıkları, hor gördükleri o aylaktan imkânsızı başaran büyük bir yazar doğar.