Halının İki Ucu

Bir akşam daha günün telaşını sırtlanmış, kamburunun altında sessizce uzaklaşıyordu. Annem gururla yiyordu iki gündür durmaksızın yaptığı hazırlığın meyvesini. Misafirler yerli yerinde, tabaklar bir dolup bir boşalırken gerisi önemli değildi. Ne için gelmiş oldukları da hiç dile getirilmiyordu. Hatice Sultan, “Bunlar da komşu kapısına çevirdiler canım sözü yaptık işte daha ne istiyorlar.” diye gün boyu söylense de bu ağırlamalardan içten içe keyif aldığı gergin yüzüne vuruyordu ara ara. Geriye bir ben kalmıştım çünkü annemin yani Hatice Sultan’ın biricik kızı ve tek uğraş alanı… Bunca özen bunca beklenti benim küfeme kilo kilo yük olsa da onun için göz aydınlığıydı, öyle olsun istiyordu. Hâlbuki Allah’ın günlerinden biri seçilecekti enikonu. Bana sorsalardı bir bahar günü olmasını yeğlerdim, ağaçlar çiçeğe durmuşken serin bir akşamüzeri güzel olabilirdi, olmadı. Önümüz yaz, önümüz sıcak, önümüz yorgundu. Gerçi ağustos böceklerinin dumura uğradığı gibi kışa da eli boş girebilirdik, zira aylar olmuş mekândan zamana bir türlü geçilememişti.

Gülseren Hanım, huzursuz bir iki nefes verişten sonra “İki gönül bir olunca, samanlık…” diyecek oldu, Hatice Sultan bitirmesine fırsat vermeden bir bacağını diğerinin üstüne atıp muhatabının yüzüne bakmaksızın, “Samanlık mı kaldı canım, Allahınız aşkına?” deyiverdi. “Eskidenmiş o, bir göz oda bir döşekle evlenilirmiş, şimdi öyle mi? Çocuklar konuşmuş, anlaşmış bize de desteklemek düşer, maddi manevi, lütfen ama!” Gülseren Hanım itiraz etmedi onun yerine yaşlılıktan rol çalarak, ki akranlarına göre oldukça genç gösterirdi, homurdanmakla yetindi. Annemle göz göze gelmekten kaçırdığı bakışları, halının overlok çekilmiş kenarlarındaydı.

Üzerinde biriken yılların ve yolların ağırlığı altında ezilmiş, desenleri tarihten aldığı güçle ayakta kalmaya çalışan halı, ikisine de manidar göründü. Hatice Sultan konuşmaya bir daha cesaret bulsa “Görüyorsunuz ya!” derdi, “Fahrettin’in bekârlığından bu halı, kaç koca yıl geçti yerine yenisini koyamadık. Kızım da eski püskü eşyalarla mı otursun?” Annemin tüm çabası kedere karışan kaderinden alacağım payı değiştirmekti. Biraz da bu halı yüzündendi; overlok çekilmiş halılar, yüzletilmiş koltuklar, kapakları dökülmüş dolaplar yüzünden. Benim evimi gönlünce bir döşese içi soğuyacaktı, öyle umuyordu. Ama başka bir şey söylemedi, Gülseren Hanım’ın salonu bir baştan bir başa örten halıyı dört köşesinden, tersinden yüzünden evirip çevirmesine, kendi dile getiremediklerini halıdan okumasına, çayından soğuk bir yudum alarak seyirci kaldı annem. Neden sonra ifadesini kaybeden yüzünü halının öteki ucunda oturan babama döndü.

Babam erkek cephesinin suskunluğuydu. Bir gözü anneme uzanırken bir gözü damadın üzerindeydi. Öte yandan, köye dikeceği ayva ağaçlarının açmamış çiçeklerinden ocağa vurulmamış ayva kompostolarına, ticaret ağlarından tel örgülerin masrafına, tarlaların dekarından atalarının yurduna methiyeler düzen dünürünü dinliyordu. Herhâlde öyleydi, bakışları ile salonda olduğuna delil sunmaya çalışırken aklı yıllar evveline gitmemişti. Benim ilk gülümsememe, akşamları yorgun argın gelip de beni omzuna alışına, odaları tek tek ben bıkana kadar gezdirişine, okul koridorlarında yaşımdan evvel koşuşturmama, ilk başkaldırılarıma, öğretmen oldum ben de senin gibi deyişime, aynı anda gözümüzden gelen yaşlara, birlikte susuşlarımıza gitmemişti. Bilmem gözündeki buğu havanın sıcağından mıydı. Muhabbetin sarmayışındandı belki de suskunluğu.

Babamı iyi tanırım oysa kalbiyle konuşur, ruhuyla hareket eder. Onun hâllerini iyi bilirim, aynı zamanda hocamdır çünkü. Yalnız benim değil, şimdi birer yetişkin olsalar da binlerce öğrencinin Fahrettin Hoca’sıdır. Yüzünde tebessümün her an hazır bulunduğu, yaşından daha çok tecrübesini, telaşını açık eden çizgileri, güneş yanığı teni, yanlardan açılmış ortadan alnına dökülen düz saçları, yaz kış üzerinden çıkarmadığı yağ yeşili ceketi ile akıllara kazınan Fahrettin Hoca. Sadece parabolü, trigonometriyi değil teneffüslerde masa tenisini, öğle aralarında da basketbolu iyi öğrettiğinden, herkesin gözünde başkadır. Bir gün okulun maçına elinde ekmek arası, gevşemiş pembe kravatıyla koşarak gelirken yakalanmış eski bir fotoğrafı mezun gruplarında hâlâ dolaşır. Bir dönem mesai sonrası kasapta çalışması, ki okulda öğrencilerden duyduktan sonra günlerce babamın yüzüne bakamamıştım, annemin onca söylenmesine rağmen her yıl iftara götürmesi kendi sınıfını, halı saha maçları, öğrencilere lakaplar takması, gördüklerinin hâlini hatırını sormadan geçmemesi; ondan bahsedilince yüzleri güldüren, insanın içini ısıtan bir öğretmen yaptı onu.