Alışveriş merkezinin kapısından zorlukla çıktılar. Neredeyse çarşıyı da sırtlanıp götüreceklerdi. Sağlı sollu ellerinde kocaman çantalarla taksi durağına doğru yürürlerken dört kadından en kilolu olanı diğer üç kadına yetişmeye çalışıyordu. Boyca kısaydı ve yürürken ayakları sanki hiç yok gibiydi. Çanta yükünün en çoğu ondaydı. Belli ki kilo vermek maksadıyla kendisi diğer kadınlardan daha ağır şeyler taşımayı tercih etmişti. Üç kişi oldukları hâlde ellerinde taşıdıkları kocaman şişkin çantalarla ilk bakışta beş kişi gibi görünen önden yürüyen kadınlar aniden durdular. Arkada kalan arkadaşlarını hatırladılar. O hâlâ AVM’nin önündeki caddeden karşıya geçmeyi bekliyordu. Kadının kalabalıkta seçilmesi zor olsa da arkadaşları onu elindeki bir sürü çanta sayesinde görmekte zorlanmamıştı. Caddenin karşısında Simit Sarayı’nın önünde beklemeye koyuldular. Bu süre zarfında önlerinden bir sürü boş taksi geçmişti. Dördüncü kadın caddenin tam ortasından sağa sola kaykılarak çıkageldi. Nefesini dinlendirmek için bir süre duraksadı. Kafasını kaldırdığında “Simit Sarayı” tabelasıyla göz göze geldi. Simit yuvarlağında bir göz sanki kendisini alıp açlıktan örülmüş bir boşluğa sürükleyiverecekti. Göz bebeğini simit yuvarlağından kurtardığında vaktin sanki bir yokuştan aşağıya doğru hızla yuvarlandığını hissetti. Saatine bakmaya davrandıysa da eli kolu dolu olduğu için bunda muvaffak olamadı. Tam yanındaki arkadaşlarından birine saati soracaktı ki buna gerek kalmadı. Simit Sarayı’nın duvarında asılı saati gördü. Duvardaki saat 17.30’u gösteriyordu. Tam dört buçuk saattir alışveriş merkezinde vakit geçirmişlerdi. “Saat 17.30 olmuş.” diye söylendi kendi kendine. “İftara iki saat kalmış.” dedi çantası nispeten daha hafif olan diğer kadın. Sonra ne kadar zamandır buralardayız, diye sordu yanındakilere. Yükü ağır olan şişman kadın düşünür gibi yapıp, “Simit, saraya gelin olalıdan beri buradayız herhâlde.” dedi.
Sarı taksi âdeta bir işaret bekliyormuş gibi bir hızla ayaklarının ucunda durdu. Çantaları bagaja koymaya bile zaman harcamadan zorlukla taksiye doluştular. Taksi şoförü ağırlık yapmasın diye müziğin sesini tamamen kıstı. Mahalleden sokağa girdiklerinde kadınlardan yükü en hafif olanı cüzdanına daha rahat davranabildiği için taksiciye ücreti uzattı. Diğer kadınların hiçbiri buna itiraz edecek durumda değildiler. Çünkü bırakınız parayı, cüzdanı, bu öteberi kalabalığından çantalarının yerini bile unutmuştular.
- Semihacım haydi uyan, geldik!
- Aaaa! Kusuruma bakmayın ne vakit uyumuşum bilmiyorum Mukaddes Hanımcım.
En kilolu kadının ismini de taksiden inme esnasındaki bu diyalogdan öğrenmiş olduk. Adının Mukaddes olduğunu şimdi öğrendiğim kadın ise ünlü iplik tüccarı Necati Bey’in karısıydı. Necati Bey ne zaman ipliğini pazara çıkarmaya görsün Mukaddes Hanım ramazan, şaban dinlemez soluğu alışverişte alırdı. Üstelik bugün olduğu gibi çantalarını hıncahınç doldurduğu giysi, parfüm ve mutfak eşyasının da birçoğu evde mevcuttu. Hem kocası satın aldığı bu kıyafetlerin çok daha iyisini daha ucuza satıyordu. Bu kadar alışverişi bütün bunları bildiği hâlde yapmıştı. Mukaddes Hanım’a göre para varsa harcanmalıydı. Birazdan eve gidecek, aldığı kıyafet ve eşyaları yerli yerine yerleştirerek evini sevindirecekti.
Dört kadın taksiden indikten sonra her zaman olduğu gibi dörtyol ağzına kadar birlikte yürüdüler. Her biri ayrı bir sokağa dağılmadan evvel taksi parasından kendilerine düşen payı yükü en hafif olan kadına -her ne kadar kadın almamak için epey dirense de- verdiler. Bir tek, en çok çantaya sahip olan, en fazla para harcayıp diğerlerini alışveriş yapmaya ikna eden kadın hariç. O da şimdi çıtçıtının açılıp ne var ne yok içindekilerin oraya buraya döküldüğünden habersiz cüzdanını bulmak için çantasını kurcalamakla meşgul. Çantasındaki öteberiyle beraber cüzdanının da takside kayıp düştüğünü anlar anlamaz taksiden indiği yere doğru hızla yürümeye başladı. Yanındakiler olup bitenden habersiz. Taksici ana yola çıkmadan dikiz aynasından arka koltukta biraz önceki yolcuların düşürdüğü kimlik, cüzdan, tarak ve küçük parfüm şişesini fark etmişti. Taksiyi hemen sağa çekip kadınları bıraktığı güzergâha doğru hızlı adımlarla yürüdü. Az ilerde dörtyol ağzında üç kadının durduğunu görüp elinde kadına ait kimlikle vakit kaybetmeden onlara doğru yaklaştı.
- İçinizde Pervin Pahacıoğlu diye birisi var mı?
Kadınlar taksiciye arkadaşlarının şimdi yanlarında olduğunu ve birden hızlı bir şekilde caddeye, demin geldikleri tarafa doğru yürüdüğünü söylediler. Pervin Hanım’ı hemen telefonla arayıp takside düşürdüğü eşyalarının şoför tarafından kendilerine teslim edildiğini haber verdiler. Bu arada üçüncü kadının isminin de Pervin Pahacıoğlu olduğunu bu sayede öğrenmiş olduk. Pervin Hanım geldiğinde derin bir oh çekti. Ayakta duracak hâli kalmamıştı. Mukaddes Hanım her zamanki şakacı kişiliği ile arkadaşına takılmadan edemedi:
-Herkes şahsiyetini kaybediyor ayol! Sen kimliğini kaybetmişsin çok mu, en fazla yenisini çıkarırdın.
“Yok.” dedi Pervin Hanım sağ elini kalbine kavuşturup başını iki yana sallayarak: “Bu mübarek günde yaptığımız şu alışveriş bana çok şey kaybettirdi belki, ama çok önemli bir şey öğretti.”
Pervin Hanım’ı dinleyen kadınların hepsi birden “Neymiş o?” merakıyla baktılar. “Hani o 1984 romanının yazarını bilirsiniz, George Orwell, bir başka romanının bir yerinde şöyle diyordu: ‘Hepimizi satın almışlar, hem de kendi paramızla!’ Ne yalan söyleyeyim, bugün kendimi tam da böyle hissettim.” Pervin Hanım sözüne kimseden bir onay gelmeyince içlerinde en az alışveriş yapıp ve yaşça da en gençleri olan arkadaşından destek bekler gibi “İpekcim, sen söyle bari, abartıyor muyum?” diye sordu. İpek bu saatte tartışma açmamak için “Haklısın abla.” diyerek soruyu geçiştiriverdi.
İsmi de alışverişteki yükü gibi hafif ve nahif olan İpek zaten bugünkü AVM gezisine sadece arkadaşlarına eşlik etmek için dâhil olmuştu. Öykü boyunca sadece en az alışveriş yapıp en az para harcayan değil aynı zamanda en az konuşan bu kadının isminin de İpek olduğunu böylelikle öğrenmiş olduk. İpek’in bu öyküye sığmayan anlatmakla bitmeyecek daha çok hikâyesi var. Fakat vakit hayli geç, üstelik evde bakmakla yükümlü olduğu yaşlı bir anne babası var. Daha iftar sofrasını hazırlayacak. Onu daha fazla meşgul etmesek iyi olur.
Dört kadının alışverişten eve dönerken yükleri iki kat artmıştı. En çekilmezi de gönül yorgunluğu idi. Zor bela kendilerini evlerine attılar. Semiha Hanım eve girer girmez güç bela taşıyabildiği içi hıncahınç dolu beş büyük naylon çantayı giriş kapısının önüne öyle gelişigüzel bıraktı. Biri dört diğeri yedi yaşında iki çocuğu annelerinin geldiğini görünce çantalara değil annelerine doğru koştular. Anne yorgunluktan kendini koltuğa zor atmıştı. Mukaddes Hanım eve girer girmez telefon ettiği hâlde kendisini elindeki yüklerle karşılamaya gelmediği için kocasına çıkıştı. Kocası Necati Bey ne karısına baktı ne karısının binbir zahmetle getirdiği içi dolu naylon çantalara. Televizyonda izlediği filme dalıp gitmişti.
Pervin Hanım bir günlük kazancının muhasebesini yaparak girdi evinin kapısından içeri. Eli dolu kalbi boş gibi hissetti kendini. Zile basmadan kendi anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdi. Elindekileri bir kenara yasladı. Mutfaktan mis gibi yemek kokusu geliyordu. Eşi mutfakta iftar yemeği hazırlıyordu. Kendisini görünce “Nerdeydin?”, “Nerede kaldın?” demesini bekledi eşinden. Hiç öyle bir şey demedi eşi, aksine güler yüzle “Hoş geldin!” deyip kendisinin yorgun olabileceğini, oturup dinlenmesinin iyi olacağını söyledi. Kocasının her konuda anlayışlı olması karşısında mahcubiyet duyduğu zamanlar bile oluyordu Pervin Hanım’ın. Hele bir konu vardı ki kocasının o konuda olağanüstü yaklaşımı onu kocasına karşı büsbütün borçlu konumuna düşürüyordu. Ne vakit yemek hazırlasa kocası iki kişi olmalarına rağmen üç kişilik hazırlık yapar, sofraya bir tabak da fazla koyardı. Pervin Hanım daha “Niye üç tabak?” diye sormadan üstü kapalı şekilde “Allah bazılarına çocuk verir bazılarına ise çocuk sevgisi.” diye açıklama yapar ve Allah’a kendisine çocuk sevgisi verdiği için şükrederdi.
İlk önce evine ulaşan İpek Hanım olmuştu. Yaşlı anne babasını bekletmemek için koşar adımlarla eve varmıştı. Daire kapısının önüne geldiğinde içeriden bir üçüncü kişinin de sesini işitti. Kim olabilirdi acaba? Meraklanmıştı. Anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdi. Elindeki hafif naylon çantayı girer girmez itinayla bir kenara bırakıp hemen anne babasının olduğu oturma odasına girdi. Yanlarında babası gibi 75-80 yaşlarında, beyaz gömleğin üzerinde mavi hırkalı bembeyaz sakalı ve nur yüzüyle bir adam vardı. Tanımadığı hâlde tanımış gibi yaparak adama hoş geldin deyip hâl hatır sordu. Bu nur yüzlü adamın içimizden biri gibi duruşu ve bakışı İpek Hanım’ı çok etkilemişti. Babası İpek Hanım’a adamı işaret edip “Hâdi Efendi benim hac arkadaşımdır. Çok yüz yüze görüşmesek de aramızda eksilmez bir muhabbet vardır. Bugün de bu muhabbet rüzgârı onun yolunu bizim hanemize düşürdü. Ne büyük bahtiyarlık ki orucumuzu birlikte açıp iftarımızı birlikte yapacağız.” diye tanıştırmaya çalıştı.
İftar yemeği yenilip akşam namazı kılındı. Üzerine çaylar kahveler içildikten sonra Hâdi Efendi teravih namazı için izin istedi. İpek Hanım’ın babası da onunla teravihe iştirak etmek üzere hazırlandı. Ayağa kalktığında Hâdi Efendi gösterdikleri misafirperverlikten dolayı ev halkının huzur ve selameti için dualar etti. Yol Oğlu Hâdi olup yol kokusunu almamak mümkün mü? Yorgunluğun da yola dair bir mesajı vardır elbet. İpek Hanım’ın üzerine sirayet eden yorgunluğun kaynağı da bu yola aitti. Yol Oğlu Hâdi çıkmadan önce kapının önünde birkaç saniye durdu, sonra sırtını kapıya yaslayarak orada bulunuşunun ikramı olan son sözlerini üstüne basa basa söylemeye başladı: “İki cihan serveri Peygamberimiz buyurmuştur ki ‘Oruç bir kalkandır.’ Bu hadisi sadece yemek içmekten ibaret bir korunma biçimi sanmayın. Her türlü nefsani açlığa karşı bir kalkandır oruç. Nefsinin daha fazlasını istediği her çeşit tüketim ve harcama da bu oruca dâhildir. En azından öyle olmalıdır. İnsan paraya pula, eşyaya, nesneye, metaa acıkır mı? Acıkmasa bu kadar çılgınlık, bu denli doymazlık, haksızlık ve adaletsizlik olur muydu kardeşlerim! Unutmayın en güzel ve en kârlı alışveriş Allah ile yapılandır!”
Kapı kapandığında İpek Hanım’ın ağzından neşet eden saadetin huzmeleri şu üç kelimeyle kuytuda kalmış karanlıkları aydınlatıyordu: Kısa günün kârı!