“Ben dünyaya hep biraz hüzünle bakmakla damgalanmış birisiyim.”
İnsan nerede olursa olsun kendisine bir kıyı arar bulur, ona göre. O ise kendine kıyı olarak insanları seçmiştir. Bu yüzden hayatın; hikâyelerden, neşeli şarkılardan, eşyanın bile yorgun düştüğü yenilik oyunlarından yapılma uçucu belleğinden sıyrılıp “kendine” gidip gelebileceği yeni bir yol açar kalemiyle. İnsan kendinden başka hiçbir yerin yerlisi değildir çünkü, kendinde durmayanın bir adresi yoktur. Yenilgilerinden dönerken hayatının arka sokaklarında dolaşan şair Ali Ayçil, kendine gidip geldiği bu yolun seyyahıdır. Her cümlesiyle, her dizesiyle; yeryüzüne gönderilen ilk insanın yalnızlığını, şaşkınlığını ve pişmanlığını ruhunun en derininde hisseden, yeryüzüyle başka türden konuşan bu seyyahı anlatır. Bu sayımızda şair ve yazar Ali Ayçil’in içindeki hüzünlü seyyahın ardına düştük...
Özellikle denemeleriniz, yaşamın herhangi bir anında hissettiklerinizi paylaştığınız şiirsel metinler. Satır aralarında içsel yolculuğunuza dair ipuçları sezmemek mümkün değil. Ali Ayçil kendini hâlâ, sürekli zamanın belirsiz yüzeyinde kayıp giden ipi kopuk bir uçurtma gibi mi hissediyor?
Denemeleri ilk yayınlamaya başladığımda 2000’li yılların başıydı. Özellikle gençler bu denemeleri yazdığım gazetenin kültür sayfasından kesip kitapların içindeki yapraklar gibi
saklıyorlardı. İçlerinden bazıları da imza günlerinde getirip gösteriyor ve âdeta bunların kendilerine gönderilmiş birer mektup olduğunu söylüyorlardı. Hâlâ daha böyledir. Sebebi, “-mış” gibi yapmadan, edebî bir havaya girmeden, samimiyetle kendimden, günlerden, mevsimlerden, ev içlerinde yalnız büyüyen çocuklardan hülasa insani hâllerden bahsetmesiydi. Kendimden bahsederken aslında hepimizin ruhuna bir yolculuk yapıyordum. 40’lı yaşlarıma gelince bu denemeleri yazarken biraz mahcup da olmaya başladım. Anadolu’da, bir gelenek içinde büyüdüm; insanların kırkından sonra bile yalnızlığımdan–yalnızlığımızdan bahsettiğimi görmelerini istemiyordum. Fakat hâletiruhiyemiz montajla takılan ve zamanı geldiğinde sökülüp çıkarılan bir şey değil. Ben dünyaya hep biraz hüzünle bakmakla damgalanmış birisiyim. Bu yüzden, kendimi sıkça o ipi kopuk uçurtma gibi hissettiğim oluyor.
Farklı türlerde başarılı yazılar yazmanıza rağmen şair kimliğinizi daha çok önemsediğinizi söylüyorsunuz hep. Şiir, hayatınızda neye tekabül ediyor? Ve şiirin size öğrettiği ilk şey ne oldu?
Şiiri edebiyatın bir türü olarak görmüyorum. O, insana dair en sahici haber kaynaklarından biridir. Bir başka deyişle biz şiir yoluyla dünyadaki varoluşumuzun bütün veçhelerini en yalın hâliyle terennüm etmeye çalışırız. Dünyanın üstünü örttüğü şeyleri şiirle ortaya çıkarmaya, zamanın tozlarını şiirle üflemeye, hakikatin kapılarını şiirle aralamaya çalışırız; hem şair olarak hem de şiir okuru olarak. Vurgulamak gerekir ki şiir okuru da şair gibi ve şair kadar bu ontolojik durumun bir parçasıdır. Bir ülkede yüksek ruhların sayısı iyi şiir okuru ile doğru orantılıdır. Bir de dünyada şiirin azaldığı, gözden düştüğü ülkelerin genellikle eşyaya teslim olmuş, konfora saplanmış yerler olduğunu görürsünüz. Şiir bize, yeryüzünde bir konfora saplanma lüksümüzün olmadığını hatırlatır. Sorunuz vesilesiyle şunu da söylemeden geçmeyeyim: Aslında şiir bize hemen hemen hiçbir şey öğretmez. Şiirin yaptığı, varlığımızı bir anlığına mevcut hayat nizamının dışına çıkararak, içimizdeki asıl benin nefes almasını sağlamaktır. “Benden içerü” olan bendir bu. Şiiri sevgiliye okunacak nakarat olarak görmek, onun evrendeki yerimize dair çaktığı işaretleri kaçırmamıza sebep olur. Biz şiirle, kimliğimizi varlığımız üzerinden beyan etmeye kalkışırız. Ayrıca, Yunus’tan bu yana bu toprakları şiirsiz bırakmayan şairlere şükran da borçluyuz. Biraz da onlar sayesinde Türkçe ve Türkler hâlâ dünyayla arasına bir mesafe koyma bilincine sahiptir. Bizi maddi dünyaya karşı daima muzaffer kılacak olan da bu mesafedir.
Sizce, yazarlar neden çok istemelerine rağmen normalleşmeyi ya da bir dünya vatandaşı olmayı bir türlü beceremezler?
Benim okura sıkça tekrar ettiğim bir öneri var: Eğer yazarınızı–şairinizi kaybetmek istemiyorsanız onunla yakından tanışmayın. Çünkü onları metinlerindeki gibi hayal ediyoruz. Oysa tamamına yakını egoist ve benmerkezcidir. Hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Metinleri zevk veren ama kendileri kabalaşabilen insanlardır. Yakınlarda çağdaşımız İtalyan filozofu Agamben’in yeni çevrilen kitabı İçeriksiz Adam’ı okurken, denemelerinden birinde bu meseleye değindiğini gördüm. Ufuk açıcıydı. Orada da söylenen şuydu: Yazar, zevki ancak metinleri aracılığıyla sunabilen biridir. Ayrıca normal biri neden yazmak gibi meşakkatli bir yolculuğa çıksın ki! Dünyada en riskli yolculuklardan biri yazarın yolculuğudur. O bütün ömrünü ortaya koyar ama edebiyat, yazarlar kütüğüne onun ismine dair hiçbir çivi çakmayabilir. Yazar aslında zar olarak hayatını ortaya atan biridir. Bu normal bir şey değil, matematiğe de uygun değil. Elbette, yazma girişiminin kendisi de iç dünyadaki kaosun bir işareti. Kanaatim, gerçek pek çok yazar, yaşamayı beceremediği için hayata yazı yoluyla dâhil olmayı dener. Yazmak, onlar için bir merhabalaşma yoludur.
Yalnızlık, yenilgi, yenilgiden dönerken, yaşamın beyhudeliği, kendinin seyyahı olmak… Bunlar, yazılarınızın ve şiirlerinizin bütününün toplandığı merkezî noktalar. Sanki ilk insanın yeryüzüne indirilişindeki yalnızlığı, garipliği, yabancılığı, şaşkınlığı ruhunuzun derinlerinde duyuyorsunuz. Hissettiklerini yazan biri olarak, ruhunuzu acıtan şeyler bu düşünceler diyebilir miyiz?
Haklısınız. Geçekten de ben “yenilgi”ye fazlaca vurgu yapan biriyim. Yalnızlığa, beyhudeliğe de öyle. Aslında yenilgi önemli bir kelime. Bir zaferi kabullenmek diye bir şey yoktur. Zaferi herkes ister, sever ve onunla bir süre sarhoş olur. Ama yenilgi zordur! Zor olduğu için de insanı bir zaferden katbekat daha fazla olgunlaştırır. Bir de yenilgilerin içinde saklı olan bir “irade” söz konusudur. Sezai Karakoç’un “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” dizelerini ya da Samuel Beckett’ın “Yenildin, yine yenil, yine yenil, sakın vazgeçme yenilmekten.” cümlesini hatırlayalım. Her ikisi de her yenilgiden sonra göze alınan yeni bir yenilgiye vurgu yapıyor. Yenilgilerin olgunlaştırdığı bir zaferi Allah hepimize nasip etsin; hayatımızın her alanında. Seyyahlığa gelince, ben hem fiilen ve bedenen hem de ruhen yola meyyal birisiyim.
Bütün yazılarınız bir yönüyle ölümün kıyısından geçiyor. Bu doğrultuda çok fazla cümleniz var ama beni en çok etkileyen “Hayatı göğsümden çekip alan fanilik…” diye devam eden cümleniz. Sayısız kelimeyle, sayısız şekle sokarak yalnızca onu anlatıyorum, diyorsunuz. Ölüm size ne hissettiriyor?
Ben tarih eğitimi aldım. Sadece duygusal olarak değil, kitabi olarak da insanlığın binlerce yıllık kaderi hakkında malumatım var. Hiçbir kuşak, sayısız fedakârlıkla inşa ettiği kendi zamanını ebedî kılamadı. Bir çoban ya da bir kral, herkes ama herkes “yalan dünya”nın tiyatrosunda bir süreliğine görünüp kayboldu. Kendini bu tiyatroya kaptırıp, sahnesinin ebedî olduğuna inanmak için saflıktan daha fazlası gerekir. İnsan daha doğduğu andan itibaren, ölümüne işçilik yapan birisidir. Ancak gafiller, buraya kalıcı bir yurt muamelesi yapar. Ben, biraz da tabiatım gereği hayatımın hiçbir basamağında, dünya merdivenine sağlam bir yer muamelesi yapmadım. Doğal olarak denemelerime, şiirlerime de aksetti bu. Ama şunu da söylemek lazım, neşe de güzeldir. Neşe, yeryüzünde olmanın tatlı deliliğidir. Öleceğinizi bildiğiniz hâlde gülersiniz. Aslında her gülüş, bir bahar çiçeği gibi, solacağımızı bile bile neşvemizi gösterme arzusundan kaynaklanıyor. Hülasa, kâh gam atına kâh neşe atına binip, sonu belli bir yere doğru gidiyoruz. Ben galiba gam atında daha uzun seyahat ediyorum.
Kütüphanenizdeki yazarlarla ve kahramanlarla ilişkinizi hep canlı tuttuğunuzu ifade ediyorsunuz. Peki, adını kimseyle paylaşmak istemeyeceğiniz kadar özel bir kitap ya da arkadaşınız gibi hissettiğiniz bir kitap kahramanı var mı?
Bir vakitler vardı. Ama yaş kemale erince insan böyle şeyleri bir kenara bırakıyor. Bir de kahramanlarınızın evsafı dönemden döneme değişiyor. Misal bir vakitler Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk’unun Bardamu’suydu kahramanlarımdan biri. Ama şimdi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Seyit Lütfullah’ını çok daha ilginç buluyorum. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey’i de öyle. Bence Türk edebiyatının en özel kahramanlarından biridir. Hatta şöyle düşünüyorum, Abdülhak Şinasi Hisar okumadan gerçek manada edebiyatımızın kapısından içeri giremezsiniz. Havanda su döversiniz!
Sizce eşyanın ruhu var mıdır? Kendinize en yakın bulduğunuz eşyanız nedir?
Çok sevilen dizelerimden biri de şudur: “Herkes bende kalanı küçük bir sıyrık sanır / Sen aklıma düştükçe içim nasıl izdiham / Terk edilmiş bir evin ilk günü kadar ağır.” Bu dizeleri şunun için hatırlatma ihtiyacı hissettim: Terk edilmiş evin içinde ağır olan nedir? İşte terlikler orada, kanepe karşıda, masa şuradadır. Ama o boşlukta eşya sizinle konuşur, hepsinin ya bir ruhu vardır ya da siz kendi ruh hâlinizi eşyaya bir tül gibi giydirirsiniz. Tanpınar öyleydi mesela. Diyelim uzun bir yolculuğa çıkacaksınız ama otogarda bir sorun çıktı ve evinize döndünüz. Döndüğünüzde bütün evi ve eşyaları hüzünlü bulursunuz. Kapının girişindeki terliklere bakar, onları aceleyle nasıl iki yana eğreti bir şekilde savurduğunuzu görür, hüzünlenirsiniz. Ben özel bir eşyaya değil de eşyalar nizamına, onların andığım hâllerine yakınım. Ama asteğmenken nişanlılarının saçlarını saklayan askerler vardı, aşkın bu muazzam temsilinin yerini sahibi bile dolduramaz!
Karnını bir türlü doyuramadığımız bir konforun amelesi olmak… Öncelikle bu cümlenizi biraz açmanızı istesem ve sizce bu, özellikle çağın hastalığı mı yoksa insanın mı diye sorsam?
İnsanın çağları var. Gençken eşyaya değil, duygulara önem veririz. Ama özgürlüğün ve ruhun bu kumlu sahilinden hayatın kayalıklarına doğru yürüdükçe bir şeyler değişir. İster geleceği garanti altına almak, isterse güç devşirmek için mülkiyete kıymet vermeye başlarız. Beden de yavaşlar ve konfora meyyal hâle gelir. Uygarlıklar da böyledir. İbn Haldun’u hatırlayın. Bedevilikten hadariliğe, göçebelikten şehre geçince konfor ve eş zamanlı olarak zayıflama, yıkım başlar diyor. Bu insan tekinin de medeniyetlerin de kaderidir. Ölümleri yaklaştıkça eşyaya daha bir sarılırlar. Eşyaya sarıldıkça, duyguları hareketsizleşir. Yani meselenin çağları aşan bir yanı var.
Ama meselenin çağımızı ilgilendiren yüklü bir tarafı da var: Kapitalizm. Nihayetinde konforun ücretle temin edildiği bir düzen. Bugün içinde bulunduğumuz düzen bu. Konfor için mahvoluyor, onun için sürekli bir akar sağlamaya çalışıyoruz. Allah korusun bir şeyler yolunda gitmez ve elimizi sıcaktan soğuğa sürmek zorunda kalırsak, hadarilikten bedeviliğe, makineden toprağa dönersek hâlimiz nicolur? Son zamanlarda Mustafa Kutlu’nun sıkça dillendirdiği “kanaat ekonomisi” ve “toprağa dönüş”ü bir de İsmet Özel’in “Eve dön, şarkıya dön” dizeleriyle iç içe düşünmekte yarar var. Biz Türkler, tarihimizin hiçbir döneminde konfordan hayat devşirmiş değiliz. Kökümüzdeki göçebeliktir bizi yüzyıllar boyunca diri tutan. Göçebeliği bir metafor olarak kullanıyorum; “bir hırka bir lokma” deyimi, dünyadaki yerimizi kavi tutacak bir düsturdur.
“Herkes bende kalanı küçük bir sıyrık sanır
Sen aklıma düştükçe içim nasıl izdiham
Terk edilmiş bir evin ilk günü kadar ağır”
“Bir sabah dünya boşken kalkıp sordum kendime: Neyin var taşınacak?
şu kırık dal sesinden şu tökezleyen ırmak gürültüsünden başka