İki Çocuk

Siz olsanız karanlığı nasıl boyardınız? Ben önceleri, fosforlu renkler aradım. Düşlerimde siyahı yutabilecek canavarlar vardı, onları kovaladım. Sanki birini yakalayıp onun gözlerindeki karanlık tuvale atsam, her şey kendini bulacaktı. Ben önceleri büyümemiştim, o sebeple körlüğü renklerle yenilebilecek bir hastalık sandım. Aynı annenin karnında yan yana dururken kardeşime bulaşıp bana bulaşmayan bir virüstü o. Değilmiş, neyse ki şimdide öğrendim.

Anladığınız üzere yazı yazmayı da öğrendim. Şapkamdaki kelimelerden büyülü yalanlar çıkarmayı ve o yalanlarla karanlıkları boyamayı öğrendim. Onun göremediklerini bedava kurmacalarla süslemeyi... Asla kandırmayı değil, bir insanı mutlu etmeyi öğrendim. Ve birçok şeyi daha aklım boyumu geçince idrak ettim. Yalnız çocuk olmayı beceremedim. Oyunlar kurmayı, balonlar uçurmayı, dört tekerlekle hayaller sürmeyi… Hiç öğrenemedim. Rubik küplerin nasıl çözüldüğünü, oyuncak bebeklerin saçlarının nasıl örüldüğünü hiç bilemedim. Hani o üfleyince baloncuklar çıkaran halkalar var ya işte onlara hiç üflemedim. Seksek oynarken düşmedim hiç, ayağım iplere dolanmadı. Şu küçük ellerime, keçeli saçlarıma ve kirli yüzüme uzaktı çocukluk; annem kadar uzaktaydı.

Ama hiçliğin içinden çıkarıp cümlelerimi, artılarla doldurmam gerekirse; büyüdüm, ticareti öğrendim. Sabah oturduğum tezgâhta akşama kadar sabırla beklemeye alıştım. Önümdeki satılık oyuncakların ne kadar para ettiğini ezberledim. Hangi müşterinin ne kadar zengin olduğunu ve hangi çocuğun doyumsuz olabileceğini biliyorum artık.

Her gün oturdum o tezgâha ve babamın beni alıp kardeşimin yanına atacağı ânı düşleyerek saatleri geçirdim. Hava kararana kadar hikâyeler uydurdu çocukluğa özenen tarafım. Atlar yarıştırdım içimdeki çayırlarda, gözlerimin mavisinde gemiler yüzdürdüm ve balonlar uçurdum bulutların arasında. Koştum, zıpladım insanlar görmedi. Şarkılar söyledim, kimse duymadı. Kuş oldum, anneme uçtum, dizlerinde çocuktum. Bir müşteri elindeki oyuncağı göstererek “Ne kadar?” diye sordu, gerçek hayata kondum. Güneş çekilinceye kadar tacirdim.

Akşam olur, babam beni eve götürür, iki yumurta kırdırır, çayı demletir sonra da odana git derdi. Ben kardeşim Fatma’nın yanına varana kadar anneydim. Sonrasında ise hikâyeler uyduran biri… İşte onu ben seçmiştim. “Bir gün, öğretmen Mehmet Bey bağırınca kulakları uzadı dedim. Geçenlerde, terzi Seda elbisesini kendi koluna dikti dedim. Kel Ahmet saçlarını berberde düşürmüş, fırıncı Mustafa’nın pembe ekmekleri olay olmuş, avukat Selim yanlışlıkla kendini hapse tıktırmış, -mış, -miş, -muş...” Abarttıkça abarttım. Ben saçmaladıkça Fatma daha çok gülüyordu, mutluluğu sığmıyordu küçük evimize. Ben de o dört duvar arasından taşalım istedim.

Nihayetinde bir gün “Beni de tezgâha götür, o insanları tanımak istiyorum.” dedi. Sonunda bunun olacağı belliydi. Düşüncesizliğimin bedelini ödeyecektim. Onu karşıma alıp “Olmaz, o insanlar yok. Sen gelemezsin, senin evde oturman gerek, çalışmak zorunda olan benim. Sen hayata gözlerini verensin, ben ise çocukluğunu. Sen burada kalacaksın.” diyemedim. Fakat babamdan izin aldım onun için. Sonra temiz elbiseler giydirip saçlarını topladım ikizimin. Ve koluna girip peşim sıra sürükledim, sokaklar geçtik.

Köşedeki şatoyu, aslanlı panayırı, eski tiyatroyu arkamızda bıraktık. O, hep bahsettiğim koca binaların yanından geçtiği için çok mutluydu. Ben ise onun gibi gözlerimi karartıp etrafımdaki harabelerden kurtulmak istedim. Ama ne ezbere bildiğim döküntüler kafamda yok oldu ne de yürüdüğümüz kaldırımlar değişti. Gelip bir metre tezgâhın önüne düştüm yine. Babam çuvaldaki oyuncakları önümüze döküp kardeşine mukayyet ol, dedi ve gitti.

Ben bir uzaklaşan babama baktım, bir oyuncaklara… Sonra Fatma’nın yüzündeki gülücüklere… Yanımızdan geçen kalabalığa, gökyüzüne, otlara… Baktım, dünya çok büyüktü. O ân ağlamak benim için çocuklara özgü olmaktan çıktı, tanıştık. Hıçkırıklar boğazıma takıldı, boğdu sesimi. Düşünemedim, ilk defa kelimelerim çıkmadı şapkamdan. Fatma’ya döndüm en son. Çaresizliğimi fark etsin istedim, benim anlattıklarımdan daha fazlasını görebilsin istedim, küçük gövdem yıkılırken tezgâhın önünde, beni tutsun istedim. Ama o, yalnızca kollarını açmış tutsaklığım olan özgürlüğüne gülümsüyordu. Benimse kalbimin hücresini parmaklıklar sıkıyordu. Bildiğim her şeyden vazgeçip kaçmak istedim.