Bu kızın iflah olacağı yok biliyorum. Ben hep terk edilişler yaşadım. Hep ayrılıklar yaşadım. Kaybetmekten korktum.
Beni terk edip gittiğinde arkasından ağlayamadım, gözyaşım içime aktı. İki yavrumu da bağrıma bastım. Geceleri saçlarını okşarken onlara ninniler söyledim. Hem söyledim hem ağladım. Şehrin kalabalığında öylece kalakaldım. Kimsem yoktu. Akrabalar, eş dost çok uzaklarda. Şimdi düşünüyorum da anlayamadığım bir güç verdi Rabbim bana. Başka bir gönle giden babaydı, eşti ama işte yabancı olmuştu bize. Bir kira geliri, durduğumuz bu küçük ev. Sığınıp kaldık Üsküdar’ın yıllanmış evlerinden birisine. Üç camımız da kapalı bir bahçeye bakıyor. Tam mutfak camının önünde erik ağacı biraz ileride portakal ağacı, sarmaşıklar, yerli yersiz biten otlar, bakımlı bir bahçe değil… Ama rahatlıyoruz işte camdan bakarken. Yaz geldiği zaman nemli, bungun havalarda bu dar balkona atıyoruz kendimizi. Cam kenarlarına ne varsa doldurdum; ıtırlar, akşamsefası, camgüzeli, balkon korkuluğunu saran hanımeli, kırmızı, pembe, beyaz sardunyalar, pembe, mor begonviller…
Akşam ezanlarına doğru turuncudan koyu kızıla dönen bir sis bulutu iniyor karşıdaki kadim camilerin kubbelerine, kalem kalem minarelerine, işte o zaman bir hüzün çöküyor içime… Çocuklarla kapıda onu karşıladığımız, aile olduğumuz zamanlar; ellerinden ekmekleri aldığım, terden sırılsıklam olmuş gömleğini çıkartarak ayaklarına terlikleri verdiğim zamanlar geliyor aklıma. Sonra ne oldu bilmiyorum. Birden oldu… Kazanmaya başladı. Kazandı kaybettik, kazandı bizi terk etti.
Ben hep terk edilişleri yaşadım… Ama umudumu kesmedim, duamı eksiltmedim. Üsküdar’ın yanık ezanlarına tutundum. Ara ara Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri’ne uzanan o dik yokuşun arıtan, salah ve esenlik veren huzur kuşanmış merdivenlerinde dualar ettim. Yüreğim daraldığında yardımlara koştum. İşte o zaman gönlümün genişlediğini verdikçe arındığımı, verdikçe içime dolan sonsuz huzuru ve neşeyi keşfettim. Evlatlarım da yoklukta ve varlıkta vermeyi benden mi gördüler? Hele Sultan, küçük yaşından beri verip durdu. Hep paylaştı. Anladık o zaman, yoklukta vermek en değerli olanmış. Darlanmadık hiç. Kurban olduğum Rabbim bizi daraltmadı.
Ahmet okumadı, o kadar istedim okutamadım onu. Çırak oldu önce, iyi de bir usta buldu kendine. Öyle de yiğit öyle de güzel bir adama rastladı ki baba oldu Ahmet’ime Celal Usta. Anladım o zaman… Kabul olmuş dua sıcaklığında sardı, kuşattı Celal Usta Ahmet’imi. Baba sıcaklığında sevdi, gitmiş babasının yokluğunu hiç belli etmedi. Sonra evlendirdi mahalleden, temiz, güzel bir kızcağızla. İyiydi dünürlerim, bizim hâlimize anlayış gösterdiler. Hiçbir şeycik istemediler. Yine de biz Sultan’ımla bulup buluşturup evlendirdik Ahmet’imi. Hele ki Celal Usta’nın babacanlığı olmasa altından kalkamazdık. Böyle işte, bazen hayatın nasıl geçtiğini anlamazsınız. Bazen bir su berraklığında bazen de bizim köyün Deli Çay’ı gibi çılgınca akıp gider…
Kıvır kıvır, beline kadar uzanan saçlarını tarayamazdım. Taraklar takılırdı. Ben de parmaklarımı geçirirdim o zaman su gibi akardı saçları ellerimde. Örerdim saçlarını kızımın. Dualar ederdim içli, derin; saçları gibi kara bahtı olmasın, ışıyan tertemiz yüzü, gözlerinin akı gibi aydınlık bahtı olsun diye dualar ederdim Uzaklara gitti hep Sultan. O uzaklardaki, Afrika’daki yetimlerin yüzlerini güldürmeye. Gitme kızım, etme, garip başınla kalırsın oralarda, kimimiz kimsemiz yok dedim. Ama işte onda bir iyilik damarı vardı ki kimse engel olamıyordu. Engel olamadım. Geceler boyu ağladım, yalvardım engel olamadım. Giderdi, günlerce uyku girmezdi gözlerime. Bana resimler atardı sonra kıvır kıvır saçlı, kapkara, incecik çocuklara sarılmış, onların içinde yüzü ay gibi parlardı. Ben beklerdim çaresiz. Ne zaman ki o rüyaları görmeye başladım, ben de bıraktım artık gitme demeyi. Gitsin gari, yetimi yoksulu gözetsin. Kolay değil elbet veren el olmak. Geçen hoca “Vermek sarp yokuşa tırmanmaktır.” diyordu. Herkese nasip olmaz. Ondandır aşımız ekmeğimiz eksilmez. Ondandır terk edilmiş, ihanete uğramış böyle çarnaçar bırakılıp gidilen olmuşuz ama evimizdeki bel bereket, huzur kimseciklerin evinde yoktur. Guzum git, sen git derim. Sultan’ıma sarılırım sımsıkı, incecik bedenini sarıp kucaklarım. Sonra onu Allah’ıma emanet edip yollarım uzaklara, çok uzaklara…
Rüyalarıma sığınıyorum ya… Kocaman bir ağaç var evimizin tam ortasında. Bu ağacın köklerini görüyorum, kıvrım kıvrım akarak derinlere uzanan kökler öylesine sarmışlar ki evin altını üstünü şaşırıyorum. Rüya bu ya, kökleri diplere uzanan kıvrım kıvrım dalları yeşermiş ağacın meyvelerine bakıyorum. İnanamıyorum gözlerim ıslanıyor. İçimde bir sevinç, bir keder, bir umut… Aman Allah’ım, aman Allah’ım bu meyveler ne kadar güzel! Renk renk, iştah kabartan, sulu, bal damlayan, taze meyveler evimizin tam ortasındaki kalın gövdeli kocaman ağacın dallarından sarkıyor. Sultan da tam o ağacın dibinde. Duru, uzun yüzündeki kara gözleri parlıyor, yüzünün aydınlığı karanlık gecede parlayan dolunayın ışığını söndürüyor sanki. Ellerine yapışıyorum yine, gitme kızım, gitme ne olur uzaklara gitme diye... İncecik bedenini sarıp kucaklıyorum son defa. Ama ellerimin arasından bir su gibi akıp gidiyor, rüyamdaki o kalın gövdeli kadim ağacın köklerine akan duru bir su oluyor Sultan’ım. Ellerim bomboş kalıyor, gözlerim yaş içinde haykırmak istiyorum… Sen de gitme… Sen de gitme ne olur kızım, yavrum…
Ama ne olduysa işte o zaman oluyor. Dışardaki ay gelip yerleşiyor karşıma. Kararmış yüreğim, bozguna uğramış dünyam aydınlanıyor sanki. Meyveler sulu, rengârenk; portakalların, şeftalilerin, muzların binbir çeşit renkte ve tatta dalları aşağı eğdiğini görüyorum. Ay eğiliyor kulağıma, kocaman bir aydınlık yüz oluyor, gülüyor; yumuşacık, sıcacık bir duygu sağanağı ile ellerim yanıyor, kalbim yanıyor, ayaklarım yerden kesiliyor. İçim ılıyor, tane tane konuşuyor ay. Sesi öylesine sıcak, öylesine samimi…
Bırak gitsin, bırak gitsin… Kederlenme sen de artık… Cennet meyveleri yemek istemez misin? Bırak gitsin…
Gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyor, yatağımın içinde iki büklüm olmuşum yerimden doğrulamıyorum. O zaman avazım çıktığı kadar bağırıyorum… Sultaaaaaaaaan… Sultaaaaaaaaan nerdesin kuzum… Sultanım nerelerdesin...
Yorgun düşmüşüm, terlemişim, saçlarım şakaklarıma yapışmış. Gözlerimden akan yaşlar ter damlalarına karışmış. Yavaş yavaş iniyorum yatağımdan. Biliyorum Sultan yok… Şimdi çok uzaklarda.
Tam o ânda bir mesaj geliyor. Ah deli kızımdır inşallah diye sarılıyorum telefona. Bakıyorum, kapkara yüzlerinde yanan gözleriyle, bembeyaz dişleriyle gülümseyen iki küçük kıvırcık saçlı çocuğun yanında Sultan’ım onlara sarılmış. Onların yüreklerine sarılmış. Uzun, simsiyah saçlarını tam örtmeyen gülkurusu bir şal örtmüş, uzun beyaz keten gömleği üzerinde. Kara gözleri sımsıcak, yüzü gülüyor yetimlerin içinde…
Şimdi çok uzaklarda, ah Sultan’ım tutamadım seni! Eğleyemedim. Sonra işte bu rüyaları görmeye başlayınca ko gitsin dedim, ko gitsin. İyilikler için düşsün yollara. Ben öyle meyveler görmedim hiç yaşadığım sürece… Evimizin ortasındaki o kadim ağacın meyveleri gibisini bu dünyada hiç görmedim. Ah bilemiyorum ki… Cahil aklıma neler geliyor neler geliyor. Bu cahil kafama her bir şey takılıyor. Ama artık Sultan’ımın gitmeleri takılmıyor. Biliyorum o yetimlerin yüzlerini güldürmeye gidiyor. Kendi yetim kaldı küçük yaşlarda ah bu evin bütün yükünü omuzladı. Bana hem kız hem erkek evlat oldu abisi de evlenip gidince.
“Bir an kendimde kayboldum, çaresizliğin dışında çarem yok artık. Fakr güneşi üzerime doğunca, her iki âlem de bir pencereden parladı. O fakr güneşinin ışığını gördüğüm zaman, ben kalakaldım, damla denize kavuştu. Kazandığım ve kaybettiğim ne varsa, hepsini kara bir suyun içine attım. Yok oldum, kendimi yitirdim, hiçbir şeyim kalmadı. Gölge gibi kaldım sadece, içimde gam ve kederden bir zerre bile yok. Bir damlaydım, sır denizinde yok oldum. Şimdi artık o damlayı bulmam imkânsız.”
Uçağın kalkış saatini beklerken okuduğu kitapta bu satırların altını sarı fosforlu kalemle çizdi. Üzerinde pek çok kuş deseni olan kapağı kapatırken ayraç olarak kullandığı mavi peçeteyi çizdiği satırların olduğu sayfaya yerleştirdi
Yok olmak, sır olmak, kaybolup gitmek için çırpınıp duruyordu oysa. Yaşadığı müddetçe kendini, içinde kopan fırtınaları hiç dinlemedi. Uzak köylerde çıplak ayakları morarmış çocuklara koştu, Afrika’nın yetimlerine uzandı yüreği. O yetimler zamanı gelince onu çağırır o da bulur buluşturur onların yüzlerini güldürürdü. Bu sefer de böyle olmuştu. Tanzanya’nın kıraç, uçsuz bucaksız düzlüklerinde, dayanılmaz sarı sıcaklarında, tek başına koşturup duruyordu işte. Rabbi ona ne kapılar açıyordu oysa. Açılmaz kapılar… Yokluğun ve yoksulluğun içinde olsa da o, vermenin coşkulu eşsiz mutluluğunu, huzurunu yaşıyordu. Verdikçe infak kapıları akan ırmaklara dönüşüyordu.
Mavi mineli küçük unutmabeni çiçeği desenli, beyaz deri kaplı deftere tane tane yazmaya başladı beklerken:
“İsmi Shamila, elindeki cüzde öyle yazıyordu. Kalbime bir kelebek gibi kondu.
İlk gün bir dağ başında yirmi büyükbaş kestik. Akşam köylülerden biri bize çok yoruldunuz, gelin sofra kurdum dedi. Evleri ağaç dalları iskeleti üzerine çamur sıvanarak yapılmış. Oda yok, sade kulübe. Yer sofrası. Sofrada kesilen etlerden var. Zaten ne kadar et düştü ki payına onu da bize pişirmiş. Dedim bana helal olmaz, soğan ve domates yedim. Dedi helal, bana verdin ben de sana ikram ediyorum, yine de yiyemedim. Sofraya bir sürahi getirdi. İçinde sarımtırak bir meyve suyu var sandım. Bilirsiniz tamarandi gibi bir şey işte. Tamarandiyi de pek içemem ama yine de canım çekti. Anladı kadın. Plastik köhne bir bardak vardı uzattım, tamarandi mi içtim… Dedi ki “Maji.”, yani su. O kahverengi sarı arası şey çamurlu suymuş.
O köyün adı Handani. Kuyu lazım, mescit lazım, umut lazım, dua lazım…
Canım ülkemin canım insanları şükredin… Yatın kalkın şükredin. Ve paylaşın her fazlanızı, sofrasındaki çamurlu suya tevekkül eden insanlarla.
Küçükbaş kurbanları ben seçtim. Seçerken özür dileyerek seçtim. Nasıl zor bir duygu anlatamam… Otuz kilo hediye ile geldim. Bagajlarım Etiyopya Air yüzünden benden ta iki gün sonra geldi maalesef. Ve hediyelik oyuncaklar günledir dağıttığım hâlde hâlâ bitmedi bereketlendi, maşallah sanki 300 kilo oldu…
Bir şey daha… Burada şehirdeyken telefon zili Türk dizilerindeki gibi çalan insanlar geçebiliyor yanınızdan. Türk olduğunuzu öğrenince Uturukiiii diye sevinçle bağırabiliyorlar… Hepinizi çok özledim. İnşallah boynumdaki emanetleri bırakıp vatanıma kavuşurum. Allah’a emanet olun.”
Bazen düşünüyordu annesiyle aynı rüyaları mı görüyorlar diye. Yok, o rüyalarını kimselere anlatamazdı. Anlatmayacaktı zaten. Rüyaları mahremdi. Kendi bile hatırladıkça neye uğradığını şaşırıyor, yüzü kızarıyor, heyecandan ne yapacağını bilemiyordu. Oysa hiçbir şeyi hak etmediğini düşünüyordu.
Birazdan uçağı kalkacak. Bu terk edilmiş, kendi kaderine bırakılmış kıraç, verimsiz topraklarda, sarı sıcak yalnızlıklarda büyüyen onca çocuk keder yüklü bakacaklar arkasından. Kim bilir ne zaman gelir. Şimdiden yardımlar toplamaya başlamalı. Ama şimdi kış bastırmıştır, mülteci çadırları su içindedir. Kar yağmıştır, buz tutmuştur tüm yollar…
Şimdi o rüyalarına, yetim gözlerin parlayan, içini aydınlatan duru bakışlarına tutunup planlar yapacak. Çadırlara tutunarak; incecik bedeni üşürken, içi titrerken, ayakları uyuşmuş halde elleri sızlarken ama yüreği ısınırken, içine tertemiz arıtan ırmaklar akarken, o çadırlardan içeri girecek. Morarmış ayakları giydirecek. Sımsıcak saran, kuşatan bir kazak üşüyen, titreyen incecik bedenleri saracak. Ağlamaktan kızarmış gözlerin yaşını silecek. Kolunun yenine akan burnunu silen, kırçıl saçları birbirine karışmış, burnundan irin gibi sapsarı sümükler akan, yanakları pençe pençe kızarmış o yetim çocukları bağrına basacak. Yanaklarına akan yaşları silecek, burunlarını yumuşacık mendillerle temizleyecek. Sonra onlara sarılacak, onları giydirecek, koli koli yiyecekleri çadırın dibine dizerken, yanan sobanın kıvılcımlarında kızaran yanaklarına, yalnız kalbine, aşksız kalmış bedenine bir sıcaklık yayılacak. Kuramadığı yuvasının, bulamadığı eşinin, doğuramadığı çocuklarının özlemiyle sarılacak yetimlere. Olsun diyecek olsun, onlar da benim evlatlarım. Olsun diyecek, değil mi ki dünyada her şey yarım. Her şey eksik. Sonra, bir umut saracak, titretecek yalnız yüreğini kim bilir, belli mi olur onun da kalbinin sahibi çıkar gelir bir yerlerden… Ha bu gün ha yarın…
Sonra boynu bükük, artık omuzları düşmüş, yüzüne kederden çok hüznün yakıştığı annesini hatırlayacak… Ah kızım, bir mürüvvetini görebilseydim diye sessiz bir dua sıcaklığındaki seslenişi gelecek aklına… Kim bilir bir umut, sıcak temiz bir yuva, seven bir kalp kim bilir…
Aman anacığım benim yuvam uzak dağlarda, ovalarda yetim yüreklere kurulmuş. O çadırlarda kara, çamura, suya batmış soğuk diyarlarda benim yuvam anacığım. Tebessümle gülümseyen o kırmızı yanaklı, hüzünlü gözlerinde yetimliğin acılarının tortusu, incecik bedenleri, incecik bilekleri ile o üşüyen morarmış elleri ile bana sarılan çocuklar benim çocuklarım anacığım.
Anlıyorsun artık beni anacığım. Rüyaların seni terapi ediyor biliyorum. Ah Rabbim, ah benim Rabbim nasılda şifa akıtır gibi senin sadrını genişletti. Sen de gitme diye seslenirdin ya bana. Artık bu seslenişin bir teslimiyete dönüştü biliyorum.
Şimdi uzak köylerden çıkıp gelen haberler var. Uzak yaylalardan, çöllerden, uzak yalnız şehirlerden. Ben o haberlere tutunuyorum. Ben tüm yalnızlığıma, tüm çaresizliğime paylaşarak şifa arıyorum. Seni rüyaların terk etmesin anacığım. Ben hep uzaklara gideceğim ama yüreğim hep senin yanında olacak. Ben deryalarda damla olmaya gideceğim. O kuşların hikâyelerini anlatan kitaptaki kuşlar gibi çok uzaklara uçup gideceğim. Arayacağım, derin vadileri aşacağım. Ve yine kendimin derinliklerindeki okyanuslara kavuşacağım…
Ama sen rüyalarına sarıl anne, bana sarıl olur mu? Ben o duaların mihmandarlığında gidiyorum uçsuz bucaksız çöllere… Vermenin erdemli soluğunu o duaların sıcaklığında duyumsuyorum.
Sen de gitme diyorsun ya anne… Ben çok uzaklara da gitsem, gitmiyorum aslında inan… O çaresiz, kimsesiz, sahipsiz yüreklerin duaları seni de bulur beni de bulur. Biliyorum, bir gün bu geçici dünyadan o gördüğün rüyalara gideriz. Gideriz değil mi anne?