“Şiir, şairinden ve şairinin kastından bağımsız hareket edebilir. Tarih içinde farklı bir role soyunabilir. Şiir, bir şahsiyettir.”
FURKAN ÇALIŞKAN
Şimdi uyusam bir şarkı iki dilde söylenir
Dünya çıldırır biz buna sabah deriz
Yanlış çağda doğru bir kast olmuşuz sevgilim
O masum günlerde bile çelebi denmemiş bize
Şimdi uyusam keşke, belki eve dönerim
2
Bir moğol dolaşır küçük atıyla sokağımızda
Rüyalarda tenzilat yapar kapkara sabah
Kadın eli değmiş bir sessizliğe kadar
Usulca hâl çaresi arar ve sürer atını şair
Sokağımızda halkın mutluluğunu amaçlayan kuşlar
Biliriz ki doğal yollardan ölmemiştir.
Derler ki çok uzun zaman önce bilgi ağacının dallarında yaşayan, tüyleri büyük, parlak ve göz alıcı yeşillikte olan, kuşların hükümdarı Zümrüd-ü Anka adında bir kuş varmış. Bir gün bir kuş sürüsü, Simurg diye de bilinen Zümrüd-ü Anka’nın eşsiz güzellikteki kanadından bir tüy bulmuş. Böylece onun var olduğunu anlamışlar ve huzuruna gitmeye karar vermişler. Simurg’un yuvası Kaf Dağı’nın tepesindeymiş ve oraya varmak için hepsi birbirinden çetin; istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve hiçlik vadilerini aşmak gerekirmiş. Kuşlar birlikte uçmaya başlamış ama kimi aşk denizine dalmış kimi ayrılık vadisinde kopmuş sürüden kimi geri dönmüş kimi pes etmiş… Kaf Dağı’na ulaştıklarında geriye yalnızca otuz kuş kalmış. Bu otuz kuş oraya vardığında anlamış ki Simurg, “otuz kuş” demekmiş.
Bunun üzerine içlerinden biri demiş ki “İşte yolun sonundayız! Kuşların şahı Simurg’a vardık! Simurg biziz! Görmüyor musunuz? Simurg, yolun çilesine katlananların yolun sonunda gördükleri aynadır.” Kuşlar anlamışlar ki aradıkları aslında kendileriymiş ve gerçek yolculuk kendine yapılan yolculukmuş.
Size bildiğiniz bir hikâyeyi hatırlatmak istedim. İşte yolun sonundayız! Öyleyse şimdi en başa dönmeye ne dersiniz? Zümrüd-ü Anka’nın, yolculuğu başlatan o eşsiz ve kışkırtıcı tüyüne… Peki biz, kalkışmayı başlatan bu eşsiz tüye neden şiir demeyelim? Zira Furkan Çalışkan’ın dediği gibi: Şiirin yüreği kalkışmanın yüreğidir.
Şiir, en az Simurg’un tüyü kadar gerçekliği olmayan dipdiri bir gerçeklik. Şiir, duymayınca söylenmemiş olan söylenince duyulmayan. Anlamın imkânsızı ihlali ve tanımı değişen yeni mümkünler; imkânsızın topraklarına kurulan köprü başı. Bütün olasılıklar tükendiğinde, konuşmak ve anlatmak çatırdayıp paramparça hâle geldiğinde, bu ruh bu çağa uymaz, bu ip bu iğneye geçmez olduğunda girilen topraklar. Şiir, hepsi birbirinden çetin vadileri aşarak kendiyle yüzleşmeye doğru bir yolculuk ve yolun sonunda kendinden yeniden doğmak. Şiir, o otuz kuşun yolun sonunda söylediği gibi yolun çilesine katlananların yolun sonunda gördükleri en sahici ayna...
Bir şair olarak Furkan Çalışkan, eline düşen o kışkırtıcı tüyle yani şiirle kendine doğru yolculuğa çıkmanın, şiirleriyle imkânsızı ihlal etmenin, köşeye sıkışmış bizi yani modern insanı kendiyle yüzleştirmek için yolculuğa davet etmenin, içimizde o kalkışmayı başlatmanın, hızın körlüğünden yavaşlığın sessizliğine savrulan insanın göremeyen ve duyamayan aczinde kanat çırpabilecek dizeler yazmanın peşinde olan bir Simurg yolcusudur.
Bu sayımızda onun kendine olan yolculuğuna biz de eşlik etmek istedik.
Yaşam öykünüzle ilgili soruları, kendime baktığımda şairden başka bir şey göremedim, şiirinden başka sermayesi olmayan bir adamım şeklinde cevaplıyorsunuz. Bu yüzden sorularımı editörlüğünüzden ya da yazarlığınızdan değil şiirlerinizden ve şairliğinizden hareketle hazırlamak istedim. İlk olarak şu soruyla başlamak istiyorum: Şiir, sizi şair olmaya nasıl ikna etti?
Anlamaktan fazlası, görmekten ötesi, duymaktan önemlisi olarak. Yani modern şiirler karşılaştığım o ilk anda bir dağın eteğinde ve zirvesi hakkında korkunç bir merakla baş başa bulduğumu hatırlıyorum kendimi. Bu bir iknadan ziyade sonsuz olasılıkların içine bir davetti. Ben de icabet ettim.
Octavio Paz, şiir öteki sestir, der. Ve öteki ses mezarın ötesinden gelen ses değildir, insanlığın kalplerinin kalbinde derin uykuda olan insandır. Bin yaşındadır ve sizin ve benim kadar yaşlıdır ve henüz doğmamıştır. O büyükbabamızdır, kardeşimizdir, torunumuzdur… Peki, şair kimdir, ne yapar? Yahut bütün şairler “öteki sesi” duyabilir mi?
Öteki ses, zamanın sonsuz daireselliği içinde yankılanır. Yani bir görüntünün piksel piksel dağılması gibi düşünün, zamanda yavaşlar neredeyse tanelerine kadar ayrılır. Yani şiirin zamanı da ne ileride ne geridedir. Asırlar tek bir ânın içine sığabilir. Yani evet, Paz’ın söylediği gibi henüz doğmamıştır ama bin yaşındadır.
Bazı durumlar vardır, bazı ânlar bazı biçimler ve oluşlar, bunlar başlı başına şiirdir. Daha da ötesi bunlar şiirin maddeleridir, diyorsunuz bir yazınızda. Kendiliğinden kâinatta var olan o “saf şiire” ve şiirden başka bir biçimde dile getirilemeyen o şiirsel anlara dair neler söylersiniz?
Büyük esrime ânlarına inandığımı söyleyemem. Şair personası içinde belki böyle bir üretim imajı vaktizamanında hoş duruyor olabilir ama günümüz şiiri için gerçeği yansıtmıyor. Ben tarihin, ekonominin, gündelik hayatın, coğrafyanın yani entelektüel ilgilerin büyük denizinde o anların dalgalar gibi olduğunu düşünüyorum. Ama evet, dalgaların oluşması için bir rüzgâr gerekiyor. Ona da ilham diyoruz zaten.
İmkânsızın İhlali kitabınızda şiir incelemeleri yaparken imkânsızla olan sınır ihlalleri, anlamın imkânsızı ihlali, şiirin imkânsızı ihlal ettiği yeni mümkünler şeklinde sık sık tekrarladığınız ifadeler var. İmkânsızı ihlal etmek ifadesiyle kastettiğiniz şey tam olarak nedir? Ya da şiirin imkânsızla ilişkisi nedir?
Şiirin yapım ve yıkımla kurduğu ontolojik ilişki doğrudan neyin mümkün neyin imkânsız olduğuna dair sorgu zemini oluşturuyor. Üstelik hem farklı disiplinlerin hem de hayatın çok katmanlı yapısının kesişim yerlerinde yani başka bir tabirle dikiş izlerinde şiirin var olduğunu görüyoruz. Yeni bir dünyanın, yeni bir düşüncenin kapısını aralayabildiği gibi eski bir dünya ve düşüncenin de kapısını bir daha açılmamak üzere kapatabilir şiir. Velhasıl meselemiz sınır meselesidir. Zira sadece sınırlarda tartışabiliriz imkânsızı.
Konu şiir okumaktan açılmışken bir soru daha sormak istiyorum. Şairi yanlış anlamak daha güvenlidir. Bu size ait bir dize. Şairi yanlış anlamak neden daha güvenlidir?
Aslında şairi yanlış anlayamazsınız. Çünkü ister yanlış okumanın doğru verimleri deyin ister aşırı yorum kavramına sığının sonuç değişmez, şiirin anlamsıza kadar özgür olduğu yerde anlam da özgürdür. Şiir, şairinden ve şairinin kastından bağımsız hareket edebilir. Tarih içinde farklı bir role soyunabilir. Şiir, bir şahsiyettir.
Şiirlerinizde en çok göze çarpan şey çelişkinin içindeki vuruculuk diyebilirim. Mağlupların zalimliği, hırçın ve yorgun, tenha bir kalabalık, hiçbir şeyin nedeni, steril cinnetler… Bu ironik kafa karışıklığı ile okurunuzun bilincinde “neye” kastediyorsunuz?
Şiirde “vuruculuk” kovaladığım bir nitelik değil. Çelişki dediğiniz aslında hayatın kestirilemez ve hesaplanamaz olması ile ilgili bir durum. Dünyayı birbirine uyumlu nesne ve renklerden oluşan bir IKEA evi gibi düşünemeyiz.
Hayatınızın değişken saatlerinde bir kelime ansızın anılarınızı yoklayarak çıkıp geliyor: “Ömrümüzün durakları, gece ve portakal kim bilir”, “Kan yürümeyecek mi portakal çiçeğine?”, “Çünkü kan portakalıdır yalnızlığımız”, “Bana hep bir portakal kokusu gelir zaten biri Hızır’dan bahsetse.” Denemelerinizin, şiirlerinizin ve hatta hayatınızın leitmotifi portakal sanki. Bize biraz ondan bahseder misiniz?
Ne güzel yakalamışsınız. Şiirlerimde gezinen zihinler için her yere bir dilim portakal bıraktım sanırım. Basit bir sebebi var. Antalyalıyım ben. Şiir kim olduğunuz bilgisi ile kaim olduğu için son derece fiziki ve net bir kanıt da bulunsun istedim.
Kuşak ifadesini kullanıp bir çerçeve çizmek istemesem de sorumu belirginleştirmek adına bu ifadeyi kullanıyorum. Her kuşak kendisinin olanı üretir, derler. Sizin de kendi döneminizle ilgili, ikibin kuşağı “buluş”u ve “bulgucu şiir”i önceleyen bir kuşak diye bir tespitiniz var. Bunu biraz açar mısınız? Bulgucu şiir nedir ve modern şiir içerisinde neye tekabül eder?
Kuşak tartışması ya da tanımlaması zannediyorum ki şairlerin de ısıtmaktan zevk aldıkları bir konu. Hepimiz bir dönem bu konu hakkında konuştuk. Bugün geldiğim noktada, şiir kamusunun hangi cephesinde yer tuttuğunuzdan yaş ve dönem aralıklarına kadar aslında metnin esasının çok dışında bir yerden konuşulduğunu düşünüyorum kuşak meselesinin. O zamanlar ben bulgu meselesinden bahsederken biriyle konuşan şiirlerin paylaştıkları ortak bir paydaya dikkat çekmek istemiştim. Yani bulgu dediğimiz şiirin keşfî niteliklerine bir göndermedir. Bu da ikibinli yılların ilk yarısında baskın bir tavır.
Şiirlerinizi, denemelerinizi ve hatta köşe yazılarınızı okuyan birinin entelektüel yanınıza kayıtsız kalması mümkün değil. Müzik, edebiyat, mimari, resim her alanda ciddi okumalar yaptığınız çok belli. Bir şiirinizin adı “Rach 3” örneğin. Bu parçanın şair Furkan Çalışkan’ın belleğinde neler yaptığından biraz bahsetmek ister misiniz? Bu başlı başına müzikal bir parçadır dediğiniz bir eser var mı?
Rachmaninov nefesimi kesiyor benim. Coşkunun ölümle, sevincin kederle delice bir ilişki kurduğu bir evreni var. Onun müziğinde notaların üzerinde sıçrayan şiiri görmemek mümkün mü?
Ben sadece nefesimi kesen, zihnimi allak bullak eden, rutini ve düzeni bozan sanat eserlerinin içinde dolaşan şiiri arıyorum. Yani bütün bunları bir kişisel gelişim çabası için yapmıyorum. Mimari ya da müzik veya sinema, hepsi bu dünya macerasının benim açımdan katlanılabilir olan kısmını temsil ediyor. Bu kadar.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve bunların sizdeki çağrışımlarını sorsam…