Neye göre uzun, neye göre kısa yaşanır? Ya da neye göre erken, neye göre geç ölünür?
Her şey kendi ölümüne doğru koşar; bir kar tanesi, bir arı, bir erik ağacı, bir nehir, bir insan, bir kavim… Her şey ölümüne doğru yol alır. Kar tanesi güneş açıncaya, gelincik yaz bitinceye kadar yaşar. Ama o bir gelincik hiç çürümemiş gibi, o bir kar tanesi hiç erimemiş gibi her yaz ve her kış hep oradadır. Ölüm, büyük bir ustalıkla varlık düzenini bozmadan sessiz bir nakarat gibi kendini tekrar eder durur.
Victor Hugo, kendini tekrar edip duran bu nakaratı Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nde altı hafta sonra ölecek genç bir adam üzerinden hatırlatır bize. Genç adamın göz göre göre gelen ölüm karşısında hissettiklerini, kendi ifadesiyle “entelektüel otopsi”sini satırlara döker. Mahkûm için ölüm düşüncesi, uyanıkken bile yakasını bırakmayan, başını zindanın duvarlarına vura vura parçalatacak kadar dehşet vericidir! Üstelik ölmek için çok sağlıklı ve çok gençtir!
Neye göre uzun, neye göre kısa yaşanır? Ya da neye göre erken, neye göre geç ölünür? Montaigne Denemeler’inde bu konuyu ilginç bir örnek üzerinden açıklar. Hypanis ırmağının suları üstünde sadece bir tek gün yaşayan küçücük böcekler vardır. Ömrü kısacık olan bu böceklerin sabah ölenine genç, akşam ölenine ihtiyar mı öldü denmelidir? Sabah öleni talihsiz, akşam öleni talihli mi olmaktadır? Kulağa gülünç geliyor değil mi? Ya insan ömrü? Bir sineğe göre uzun belki ama dağların, denizlerin, yıldızların, nehirlerin, ağaçların yanında ömrümüz göz açma kapama süresinden de kısa! İnsanın talihlisi ya da talihsizi de onların sonsuzluk kadar uzun ömrüyle kıyaslandığında konuşulmaya bile değmeyecek denli minik bir ayrıntı hâline geliveriyor. Ölüm bütün farkları ortadan kaldırıyor; uzun yaşayanı da kısa yaşayanı da aynı son bekliyor. Zaten “Bir gün bile yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız.” diyor Montaigne. Ona göre, bir gün diğer bütün günlerle aynıdır, bütün atalarımız aynı Güneş’e, aynı Ay’a, aynı geceye, aynı gündüze, aynı varlık düzenine bakmıştır. Bütün çocuklarımız da aynı varlık düzenine uyanacaktır.
Peki, bunları bilmek insanı ölüme karşı direnmekten alıkoyuyor mu? Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nde ölüm cezasına çarptırılan kahraman “Aslında insanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar.” der. Hakkında verilen ölüm kararı açıklandığından beri, uzun bir hayata hazırlanan, genç, özgür ve onun başının düştüğü günü göreceğini sanan pek çok kişi ölmüştür! Ya da şu anda hapishanede değil açık havada özgürce nefes alıp veren keyfince dolaşan kim bilir kaç kişi kendinden önce ölecektir! Bunun farkındadır. Ama yine de ölümünü çok erken bulur, böylesine genç bir yaşta ölmek hem de idam mahkûmu olarak ölmek çok saçmadır!
Genç adam, avukatına “Ömür boyu kürek cezasındansa ölmek yüz kere daha iyidir.” diye haykırır mahkeme salonunda. Ölümü, kürek cezasının kara ekmeğine, yağsız çorbasına, bulanık suyuna, acımasız zindancılarına, gardiyanlarına, tahta üzerinde uyumaya, kavurucu güneşin altında inip kalkan sopalara yeğler. Ancak idam günü adım adım yaklaştıkça durum tersine döner. Artık ölmektense ömür boyu kürek mahkûmu olmaya razıdır. Yeter ki yaşasın, yeter ki güneşi görsün! Aslında romanın kahramanı, ölümün her şeyi eşitlediğinin bilincindedir. Ölüm, zenginle yoksulu, kralla tebaasını eşitlediği gibi uzun yaşayanla kısa yaşayanı da eşitleyecektir. Fakat onun bu bilgisi daha fazla yaşayabilme, bu uğurda en ufak bir ümidi bile yeşertme isteğini engelleyemez. O, ölümüne dakikalar kala bile hâlâ kralı düşünür, kral tarafından affedilme umudunu kafasından atamaz.
İnsan akıllı bir canlıdır ve zorunlu olarak ölümün bilgisine sahiptir: Yaşam bir gün mutlaka sona erecektir ve ölümden sonra var olacağımız o sonsuz zamanla kıyaslandığında ömrümüzün geriye kalan birkaç yılı çok önemsiz kalacaktır. Bu bilgiye sahip olmak hastanelerin, ilaçların sayısını artırmayı, daha fazla yaşayabilmek için tüm imkânları seferber etmeyi engellemiyor. Çünkü ölüm korkusu diğer bütün korkuların üstünde, akıldan ve her türlü bilgiden bağımsız. Diğer canlılarda da bu böyle. Örneğin hayvanlar bilinçli varlıklar değiller, ölümün bilgisinden habersizler. Ama buna rağmen ölüm tehdidi karşısında titriyorlar, kaçıyorlar, saklanıyorlar. Varlığını sürdürme, hayatta kalma çabası canlının fıtratında olan bir şeydir, Schopenhauer’ın ifadesiyle: “Ölüm korkusu, yaşama iradesinin öbür yüzüdür.”