Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?
Karanlık bir nehir gibi akıyordu zaman ve zamanın içinden, gece gündüz demeden yol alan kervanlar gelip geçiyordu. Biz, her uyandığımızda dünya nedir diye soruyorduk kendimize. İçimizden bir ses diyordu ki kervanların göz açıp kapayıncaya kadar konup göçtüğü yerdir dünya. Ve biz konup göçtüğümüz, dünya denen bu diyarın baharını da gördük kışını da.
Öyle zamanlarını gördük ki dünyanın, gülden terazi tutuyorlar, gülü gül ile tartıyorlardı. Bir gülün gölgesinde kök salan küçücük bir tohum, göğe doğru açılan binlerce eliyle heybetli bir çınar oluyordu. Gül alınıp gül satılıyordu pazarlarda. Ardında gül kokusu bırakan o yolcunun izini sürüyordu kervanlar. Sonra, yorgun ve hastalıklı zamanlarını gördük dünyanın. Değildi kış ama soğuk bir mevsimin eşiğiydi. Gölgesinde soluklandığımız yüzlerce yıllık çınar, ağır ağır devriliyordu üzerimize. Simsiyah bir yılan, kanla sulanmış toprağı yiyerek ve kan kusarak hızla ilerliyordu. Adına medeniyet diyorlardı. Onlar medeniyet diyordu; oysa biz, toprağa ve kana susamış simsiyah bir yılan gibi kıvrılıp akarken görüyorduk medeniyeti. Deri değiştiriyordu durmadan ve geçtiği her yerde soyulmuş, soğuk metal derilerini bırakıyordu. Biz, tarihin içinde simsiyah bir yılan gibi kıvrılarak akan, medeniyet dedikleri tek dişi kalmış o canavarı; toprak yiyişinden, kustuğu kandan ve değiştirdiği deriden tanıyorduk…
Öyle zamanlardı ki karanlıkların içinden geçiyor ve ne idiğü belirsiz gölgelerle savaşıyorduk. Çelik uğultularla sarsılıyordu gökyüzü ve toprak. Babalar ölüyordu, analar çocuklarının saçlarını kınalayarak gönderiyordu ölüme, bir baştan bir başa taze tomurcukları örseliyordu en sert rüzgârlar. Ölümün, kanın ve kınanın kokusunu duyuyorduk. Korkular tutmuştu köşe başlarını. Korkuyorduk. Sonra bir adam geçiyordu tarihin içinden. Biz korkuyorduk ve o, en önde yürüyerek üstelik, en gür sesiyle korkma diye haykırıyordu: Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar? Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!
İçinden değil, içinden değil, yüreğinden konuşuyordu! Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım diyerek, ele avuca sığmaz bir kısrak gibi şaha kaldırıyordu sözleri. En önde o koşuyordu küçücük kınalı başların vatan diye diye toprağa düştüğü yere. Sözleri yontarak ölümsüz abideler dikiyordu hepsinin başına bir bir. Yüreğinden konuşuyor ve dünyayı bozguna uğratıyordu sesindeki bitimsiz ateşle. Herkes karanlıklardan, gölgelerden ve yenilgilerden dem vururken o, gecenin ardındaki şafaktır diyordu, kışın ardındaki bahar. Hürriyeti, istiklali ve umudu işliyordu sözlerine nakış nakış. Diyordu ki madem ağacın kökü derindir, dalı kopmuşsa ne olur? Ne çıkar gitmişse gövdesi? Bir bakmışsın o, bir gün fışkırır göğe doğru yine, bizi mazimizden koparacak iki üç balta mıdır?
Kervanların konup göçtüğü, zamanın bir nehir gibi aktığı bu dünyada, bir adam geçiyordu tarihin içinden; vakur, mütevazı ve yalnız… Yıkandım bir ömürdür döktüğüm yaşlarla, yetmez mi, derken kederliydi belki ama değildi hiçbir zaman derbeder. Kürsüden, vatan diye haykırırken bir dev; kürsüden indiğinde giyecek ikinci bir paltosu bile olmayan mütevazı bir seyyah. Bağlandığı hiçbir şey yoktu dünyada, verdiği sözlerden ve koşturduğu vefa atından başka.
Biz, alev gibi çarpan bir yürekten geçen bütün fikirlerin dua, bütün duaların şiir olabileceğini ondan öğreniyorduk. Şiir yazmıyor, zamanın ötesinde bir şiir gibi yaşıyordu hayatı. Çünkü o bir kum tanesiydi, oysa çölün derdini taşıyordu. O, kime sorsan öyle mert bir adamdı.
Biz, “Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?” diyen ve payına sürgünler düşen o yalnız adamı hiç unutmadık…
Biz, ölüm döşeğinde akın akın yanına gelenleri gördüğünde “Meğer beni seviyorlarmış!” diyen o adamın hüzünlü ve tenha sesini hiç unutmadık…
Biz, şiirleriyle kanımızı coşturan; Allah’ı, vatanı, hürriyeti ve şehitleri, kandan bir mermere kazır gibi yüreğimize nakış nakış kazıyan o usta nakkaşı hiç unutmadık…