Türk edebiyatında dört dönemin rüzgârını görmüş ancak özgün çizgisini yakalamış olan Şair-i Azam sıfatıyla meşhur Abdülhak Hamit Tarhan, İstanbul’da 2 Ocak 1852’de dedesine ait bir köşkte doğar. 1937’de vefatına kadar son günlerini geçirdiği İstanbul’un meşhur yerlerinden Cercle d’Orient’se ona, dedesinin köşkü kadar rahat ortam sunan bir sosyal mekândır. Fakat köşkte başlayan ve modernleşmeyle ihtiyaçları artan yeni insanın sosyal tarafına hizmet eden bir başka köşk benzeri mekânda biten bu hayat, âdeta pamukların arasına yerleştirilmiş dikenlerle kanaya kanaya geçmiştir.
Doğum ve ölüm yılları arasındaki yüzyıla bakıldığında Hamit’in, imparatorluktan millî devlete geçişi görmüş âdeta “Tanzimat’ın gözü” olmuş bir edip olduğu anlaşılır. Bu gözün her devrin şahitliğini yapabilecek tecrübeye sahip olduğu kolaylıkla fark edilir. Tarihçi bir babanın, Hayrullah Efendi’nin oğlu olması yanında kader onu Kafkasya’dan kaçırılıp İstanbul’a bırakılan Münteha Nasip adlı bir annenin kucağına bırakır. Tarhan’ın coğrafyayla imtihanı ne gurbette olan bir anneyle ne de 1865’te Tahran’a elçi tayin edilen babasıyla beraber İran’a gitmesiyle sınırlıdır. Ağabeyinin aldığı görevler nedeniyle Hamit de henüz küçük yaşlarda farklı ülkelere gider hatta ilköğretim deneyimlerine buralarda başlar. Yurda dönünce de babasının yabancı elçiliğe tayini nedeniyle İran’a gider. Ne var ki tayinden bir yıl sonra Hayrullah Efendi Tahran’da vefat eder. Çocuk yüreğini sarsan baba kaybı Hamit için ölüm temiyle ilk ciddi karşılaşmadır. Lakin Hamit’in İstanbul’da başlayan Paris’te devam eden düzensiz, dağınık fakat yaşıtlarına göre farklı hocalarla karşılaşmasıyla güçlenmesini sağlayan tahsili, hayata mukavemet noktasında ona destek olur.
Babasının vefatı onun iş hayatına erken dâhil olmasına sebep olsa da kısa sürede devrin önemli edip babaları olan Samipaşazade Sezai, Namık Kemal, Recaizade Ekrem ve Mizancı Murat’ın çevresinde yer alır. Henüz yirmi iki yaşındayken de Edirne’de Fatma Hanım’la evlenir. Bir yıl sonra ilk çocuğu Abdülhak Hüseyin doğar. Genç anne Fatma Hanım eşiyle beraber Paris, Bombay gibi şehirlerde kaldıktan sonra İstanbul’a dönecek ve kayınvalidesi gibi ömrünün büyük kısmını gurbette tamamlayacaktır.
Abdülhak Hamit, İstanbul’da kısa süreli memuriyetlerin ardından küçük yaşlarda edindiği yurt dışı deneyimlerinin de etkisiyle konsolosluklarda görevlendirilir. Bombay şehbenderliği (konsolosluğu) yıllarında Hindistan’ın tabiatından oldukça etkilenir. İngiliz sömürgesi altındaki Hintliler, ülkenin ilginç âdetleri ve yaşayışı şairi düşündürür. Neredeyse elinden kalemi düşürmeden yaşamaya başlar. Recaizade Mahmut Ekrem başta olmak üzere İstanbul’daki tanıdıklarına mektuplar yazarak gördüklerini ve yeni şiirlerini yazar, gönderir. Hindistan insanı dehşete düşüren bir tabiata sahiptir. Şairi tabiatla tanıştıran bu ülke “Kürsî-i İstiğrâk”, “Külbe-i İştiyâk” ve “Zamâne-i Âb” gibi birçok şiirinin ilham kaynağıdır. Yeni konu ve anlatım biçimi itibarıyla bu şiirler Hamit’in şairliğini pekiştirecektir. Ancak onu her kesimden okurla karşılaştırıp hemdert edecek şiiri “Makber”in sırası yaklaşır. Henüz yirmi altı yaşında olan karısı Fatma Hanım veremdir. İstanbul’dan gelirken yanında getirdiği hastalığı Bombay’da ilerler. Oysa eşi onun sağlığına Hindistan’ın iklimi iyi gelir diye düşünerek bu göreve talip olmuştur. Hatta Bombay’a giderken Midilli’ye uğrarlar ve Hamit orada edebî babası Namık Kemal ile görüşür, konuşur. Ne var ki umdukları gibi olmaz. Hastalık ilerleyince tekrar İstanbul yolu görünür. Fakat İstanbul’a varamadan hastalığın şiddetlenmesiyle şairin ağabeyinin vali olduğu Beyrut’ta konaklamak zorunda kalırlar. Beyrut, şairi ölümle bir kere daha yüzleştirir, karısı Fatma Hanım 1885 yılında vefat eder. Artık şaire yalnız Tahran değil Beyrut da makber yeridir.
Hamit, İstanbul’a döner ama orada kalamaz. Görevleri devam eder. Londra’da başkâtipliğe tayin edilir. İngiliz sömürgesindeki Hindistan’ın ardından Londra da Hamit’i tabiatın bir başka görünüşüyle karşı karşıya bırakır. Özgürlük duygusu “Hyde Park’tan Geçerken” şiirinde kendini gösterir. Londra’da ikinci eşi Nelly Clower ile evlenir. Ne var ki Brüksel’de görev yaparken ilk eşi Fatma Hanım gibi verem hastalığına yakalanan Nelly Hanım’ı da 1911’de kaybeder. Cemile Hanım’la kısa süreli evliliğinin ardından son eşi Lüsyen Hanım’la aradaki ayrılık süresi hariç tutulursa kendi ölümüne dek sürecek son evliliğini yapar. 1937 yılında İstanbul’da vefat eder.
Tiyatroları, şiirleri ve hatıratıyla özetlediği 86 yıllık yaşamı birçok ibretlik hadiseyle doludur. Uzun ömürlü olması, devirleri önemli şahsiyetleriyle beraber tanımasını sağlar. Şairlik kudreti yanında Şair-i Azam ya da Dâhi-i Azam diye anılması, devirlerin hepsinde şairliği kudretiyle var olmasındandır. Şinasi’nin “yeni şiir” arzusu asıl sesini onda bulur. “Sahra” şiiri konusuyla tabiatın şiirde görünmesini sağlar. Tiyatrolarında da benzer öncü yenilikler görülür. Aşk, ölüm, ahiret, tabiat, insanın tarih ve vatan karşısında duyuşu, metafizik onun kalemiyle eserlerinde tartışılan konular olur.
Çok okuyan mı çok gezen mi sorusunun cevabını gezenden yana verebilmeyi sağlayan bir hayat sürer. Seyahatleri sayesinde gittiği yerlerde aldığı eğitimlerle Fransızca ve Farsçayı iyi öğrenen Hamit sahne sanatlarını izlemiş, tabiatın yalın hâlini gözlemlemiştir. Ancak gittiği her yerde gurbetle ölüm peşindedir. Yeni yerler görmenin sevinci çoğunlukla sevdiklerini kaybetmenin sarsıcı duygusuyla birleşmiştir.
Hamit, çok şey görmenin, tabiatla iç içe gözlem yapmanın önemini ve hayal gücüne etkisini şiirlerine yansıtır. Yalnız tabiatı değil döneminde Avrupa’da bile yeni yeni ortaya çıkan türleri bizzat yerinde izleme fırsatı bulur. Ağabeyi ile 1863’te çıktığı Paris yolculuğunda Napoli’ye uğrarlar ve orada opera seyrederler. Yurt dışında eğitim öğretim hayatına başlamak onun çocuk ruhunu zedelemiştir. Uyum konusunda zorluklarla karşılaşır, çocukça hareketlerinin ardından çocuklar arasında ona “korkunç Türk” denildiğini hatıratında yazar. Çocuk ruhu gurbete alışamamıştır. İlk hislenmeleri de bu dönemlere denk gelir. Farklı dine mensup arkadaşlarıyla anlaşıyor görünse bile yaşadığı çelişkiyi anlatır. Hatta zaman kullanımları bile farklıdır. Arkadaşlarının inancı gereği dua ettikleri zamanlarda gördüğü manzara çocuk Hamit’in muhayyilesini sarsar. Çünkü ne onlar gibi dua etmekte ne de kendi imanına göre hareket edebilmektedir. Belki ilk aşklarının erişemeyeceği kişiler olması tam uyum sağlayamadığı ortamdan kaçışın bir yolu gibidir.
Gurbet, ölüm gibi zorlu imtihanlarla geçen gençliğinin devamında yirmi iki yaşında ilk ciddi eserlerini yazmaya başlar. Macera-yı Aşk adlı piyesi o kadar beğenilir ki dönemin önemli devlet adamı ve ediplerinden Ahmet Vefik Paşa’nın dahi dikkatini çeker. Paşa, Hamit’e millî örflerin, âdetlerin işlendiği, atasözlerimizin yer aldığı eserler yazmasını söyler. Sabr ü Sebat tiyatrosu bu tavsiye üzerine yazılır. Ancak şair o kadar ciddiye almıştır ki tavsiyeyi, eserin kimi sayfası neredeyse tümüyle atasözleriyle kuruludur. Rumeli köylerini anlatır. Geleneksel halk tiyatrosunun yorumlanış biçimi de sayılabilecek eserde, evlilikleri uygun görülmeyen iki gencin sabrederek aşklarını nasıl korudukları anlatılır. Karagöz oyunlarında duyulan isimler burada da vardır. Karagöz Cemil, Burunsuz Hasan Çavuş, Hımhım Mümtaz gibi yakıştırmalar halk ağzından tiyatro metnine taşınır. İlk eserle başlayan tecrübe İçli Kız, Duhter-i Hindu ile devam eder. Zannedilenin aksine Hamit, Duhter-i Hindu’yu Hindistan’dayken yazmaz. 1876 yılında Hindistan’ı henüz görmeden bir Hint tablosundan aldığı heyecan ve ilhamla yazar. İngilizlerin yaptığı zulme karşı doğal haklarını savunan Hint halkı onun kaleminde sesini duyurur. Şairin hayatındaki mesafeler arası uzaklık tiyatrolarının konusunda da karşılığını bulur. Yalnız coğrafya değil tarihî dönemler de aniden uzun atlama yoluyla yerini bir başkasına bırakır. Yaşadığı zamanın farklı coğrafyalardaki sorunlarını dile getiren şair, bir bakarsınız Asur tarihine gider. Sardanapal adlı piyesinde derdi Asurlulardır.
Paris’te sefaret kâtibiyken İspanya tarihine yol alır. Târık yahut Endülüs Fethi’ni yazar. Kendini önceki öncü isimlerle boy ölçüşebilecek denli güçlü hisseder. Molière ve Racine’le birlikte adı anılan, 17. yüzyılın en büyük üç Fransız tiyatrocusundan biri olan Pierre Corneille’nin eseri Le Cid’e nazire yazar. Nazire, benzer şekilde verilen karşılık demektir. Fransız tiyatro sanatının şahikası kabul edilen bir esere karşılık yazmak öz güven isteyen bir şeydir ve bu Hamit’te vardır. Nesteren’i böyle yazar. Le Cid’de iki âşığın trajedisi ve İspanya’nın ulusal kahramanı Rodrigo Díaz de Vivar’ın aşkı için gösterdiği kahramanlıklar sonucu “El Cid” unvanını nasıl kazandığı anlatılır. Hamit’in tiyatrosu Nesteren ise Kabil hükümdarı Gazanfer’in kızı üzerine yazılmıştır. Eser, babası hilelerle öldürülen Nesteren’in bir genç kız olarak mücadelesini anlatır. Efsane ile modern anlatının karıştığı bu iki eser, ediplerinin dil zenginliği ve hayal gücünü göstermesi bakımından mühimdir.
Ancak Hamit’i İslam dünyasında asıl şöhret sahibi yapan tiyatrosu Târık adlı piyesidir. Şiirlerle bezediği eserde İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethi konu edilir. Kahramanlık duygusu hâkim olan eserde Abdülhak Hamit, Endülüs fatihi olarak bilinen Tarık bin Ziyad’ın kahramanlık hikâyesine doğru giden yaşamını anlatır. Tarık, efendisinin emri üzerine himayesindeki orduyla İspanya kıyılarına giden ve zafer kazanan cengâverdir. Müslümanların Avrupa fetihlerinin önünü açar Tarık’ın zaferi. İspanya artık Müslümanlarındır.
Ömrü gurbet ve ölüm metaforlarıyla iç içe geçen şairin şüphesiz en önemli eserlerinden biri “Makber”dir. Bir erkeğin eşine vefasını göstermesi yanında ölüm gerçeğine yaklaşımıyla da bu şiir birçok hafızaya kendiliğinden kaydolmuş, bestelenerek kulakların tozunu almıştır. Şiirleri ve tiyatrolarıyla adı edebiyat tarihinde anılan Hamit’in kim ne derse desin en büyük ünü de bu şiirdir. Onun hisli yüreği genç yaşta hastalığa yakalanıp doğduğu yerlerden uzakta vefat eden karısının ölümüne dayanamaz, “Makber” yazılır. Sonraki eşlerinden biri de genç yaşta hastalanmış ve vefat etmiştir. Onun için de “Medfen” adlı şiirini yazar. Ölüm konusu aslında şiirde işlenen temel konulardan biridir. Ancak ölümle doğrudan karşılaştıktan sonra bunu kâğıda dökmek, kavramın üzerinde daha samimi konuşulmasını sağlamıştır. Medeniyet değişikliği kriziyle karşı karşıya olan Osmanlı şairinin ölüm karşısında hislenişi, ölümü yorumlayışı okura sunulur. Elbette ölüm bu dünyadan göçüp gidişin bir yoludur. Ardında boşluk bırakır ancak bu boşluk, imanla doldurulup teselli edilebilecek bir duygudur aynı zamanda. Çağdaşlarında tesellinin bu cepheden uzakta arandığı düşünülürse Hamit, her türlü serzenişine rağmen hâlen kendini ölümün hak olduğu gerçeği ile teselli eder. İman, gerilimi azaltır, teslimiyet şairin dizelerinde görülür. Şairin dediği gibi;
Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Hayat ezelden gelip ebede giden bir yolculuktur. Abdülhak Hamit Tarhan da uzun ömründe çok sayıda şiir, tiyatro eseri bırakarak bu yolculuğunu tamamlamış ve gitmiştir.