Şairini Arayan Aşk:Leyla ile Mecnun

Bir akşamdı, diyerek başlamak isterdim. Ama kesin bilgiyle konuşmadığımdan, işin içine hayali karıştırdığımdan, sanırım şöyle başlamam daha uygun olacak: Bir akşam olmalıydı. Yaz aylarındaki kavurucu etkisinden uzak nazlı güneş, sağ salim evine yollanmış, akşam ezanları Bağdat semalarında yankılanmış, oyundan bir türlü usanmayan çocukları anneleri güç bela sokaktan toplamış; ayağı nasırlı terziler ayakları ağrıya ağrıya, bacakları varisli berberler bacakları sızlaya sızlaya, iplerini omuzlarına dolamış hamallar yorgun ama keyifli keyifli, yoğurtçular oflaya puflaya evlerinin yolunu tutmuştu. O birkaç güzel adamsa Bağdatlı bir şair olan Şemi’nin evinde toplanmışlardı. Etli pilav yenebilirdi, kuzu kavurma yenebilirdi, hoşaf içilebilirdi, ayran içilebilirdi fakat şiirin konuşulacağı muhakkaktı. Yenildi, içildi, konuşuldu ve derken sıra, insanlık tarihinin belki de en önemli sorununa geldi: Bu Leyla ile Mecnun hikâyesi gerçi eskiydi; Araplarda, Farslarda örneği bolca verilmişti. Lakin güzelim Türkçemizde henüz bu hikâyeyi anlatan çıkmamıştı. Ne yapılabilirdi? Hikâye mi Türkçeyle tanıştırılacaktı, Türkçe mi hikâyeyle buluşturulacaktı? Son derece samimi duygularımı dile getiriyorum ve kanaatimce bu önemli meseleyi, Bağdat’ta yaşayan o büyük şiir ustasıyla buluşmuş İstanbullu şairler dillendirmektedir. Neden denilirse? Yukarıda verdiğim bilgilerin hepsini bir kaynağa bakıp oradan okuduklarıma göre buraya ekledim. Oysa annemle babam nasıl tanışmışlar, bunu o kadar derinine bilmezken, Leyla ile Mecnun’un tanışmalarını, ayrılıklarını, Leyla’nın çölde Mecnun’u aramasını, ikisinin yıkık bir duvarda yan yana oturup birbirlerini tanımadan konuşmalarını iyi biliyorum. Demek ki edebiyat, güncelin sorunlarının dışına çıkıp da zamanı dert edinen meselelere yoğunlaştığında, gerçekten de bir geniş zamanın parçası olabiliyor. Leyla ile Mecnun mesnevisinin sebeb-i telif kısmından anladığımız kadarıyla, şaire, Anadolu’dan gelen şairler, bu eski bostanı yeniden ve Türkçe olarak canlandırsa canlandırsa onun canlandırabileceğini söylemişler. Böylece üstadı hileye düşürmüşler. Bir zamanlar Nizami gibi bir başka şiir ustasının bile yazarken zorlandığı hikâyeyi Türkçe söylemek işini, öğrenciye yani Fuzuli’ye ihale etmişler. Fuzuli’ye inanmakla ve hak vermekle beraber şunu da düşünebiliriz: Ateş, Anadolu’dan gelen şairlerin içinde de yanıyordu muhtemelen. Çöllerin doğurduğu bu büyük aşkı dizelere dökmek, Kays’ı bir de Türkçe konuşturmak, Mecnun’a Kâbe önünde Türkçe dua ettirmek; o zamanın şartlarında adını şaire çıkarmış her insanın hayali, yürek yangısı olmalıydı. Zaten o tür bir yangının müşterisi olmasa sözü incitmenin, duyguları kanatmanın, gönülden geçenleri ifşanın ne gereği olsundu? Öyleydi ya karşıda da koca bir şiir ustası vardı işte. Niyetin ucunu bir kanatmak lazımdı, bakalım Fuzuli’nin yaklaşımı nasıl olacaktı? Şayet nazlanırsa, isteksiz durursa artık rahat rahat yürek yangıları harlatılabilir, eski bostan gönendirilebilirdi. En azından denenebilirdi. Fakat Fuzuli şöyle yarım ağız da olsa ilgilenir gözükürse uzak durmak lazımdı. Şair kısmına belli olmazdı. Şimdi yarım göz bakmış görünürdü, sonra bir de bakmışsınız ki şiir denizinde Mecnun adıyla salınmaya başlamış. Bu defa da kendi yazdıkları Fuzuli’nin yazdıklarıyla kıyaslanacaktı ve o muhtemel kıyaslamada kendilerinin kaybedeceği daha en başından belliydi. Anlıyoruz ki Fuzuli onları ikilemde bırakmamış. Ve o sohbet akşamında, eski hikâyeyi Türkçe uyandırmayı kabul etmiş.