Portakalın Aklı Olsaydı ya da Felsefe Dediğin Ne İşe Yarar?

Portakalın Aklı Olsa, Lucy Eyre’nin kitabının adı.1 Eyre, kitapta “fikirleriyle daima yaşayan” filozoflardan Sokrates ve Wittgenstein’ın karşılaştırmasını yapıyor. Bir tarafta felsefenin hayata dair, hayatı güzelleştiren, anlamlandıran bir işlevi olduğunu söyleyen Sokrates, diğer tarafta filozof gibi düşünme işinin katlanılamayacak derecede sinir bozucu olduğunu, onunla sadece uzman kişilerin ilgilenebileceğini düşünen kibirli Wittgenstein. Kitabın eğlenceli isminden ilhamla soralım: Peki, portakalın aklı olsaydı ne yapardı ya da felsefe dediğin ne işe yarar?

Felsefe, Sorularla Kaygıları Paylaşır

Felsefe sorularla kaygıları paylaşır. Mesela, hayat ve ölüm nedir? Ya da gerçek sandığımızın göz açıp kapayana kadar geçen bir rüya olduğunu, “hakikat”e bir gün uyanacağımızı söyleyenler kimlerdir? İyi, kötü, adalet neye denir? Sorgulanmayan ya da muhasebesi ve muhakemesi yapılmayan bir hayat yaşanmaya değer mi? Veyahut düzgün ve sıhhatli, tutarlı düşünme nasıl olur, öncüllerimiz ne, buradan çıkartılmış ve önümüze sunulmuş olan sonuçlar ne derecede tutarlı? Ve her daim başka bir seçeneğimizin olma ihtimali nedir?

Ya da evren dediğimiz şey gerçekte ne? Var olması için bir başka nedene sahip olmayan, nedensiz ilk neden olan Tanrı’nın evreni nasıl ve niçin yarattığı üzerinde duran Müslüman filozofların görüşlerini bilmek nasıl bir artı kazandıracak hayatımıza? Felsefe dediğimiz işte bu, yani Tanrı-insan-evren irtibatının nasıl kurulduğuna dair temel kaygılarımızı paylaşmak, evrenin nasıl yaratıldığını pozitif ilimlerle donanmış âlimlerimizin metinlerinden okumak ve niçin yaratıldığı sorusunun cevabını aramak. Bu arayış Wittgenstein’ın dediği gibi yalnızca uzmanların işi olmasa gerek.

Felsefenin Amacı, Mutluluğu Sağlamaktır

Felsefenin amacı, medeni ilimler bağlamında fıkıh, kelam ve ahlak disiplinlerinin ortaya koyduğu etik-politik sistemi anlamaktır. Felsefenin amacını “mutluluğu elde etmek” olarak gören Müslüman filozoflar, “tahsilu’s-saade” ifadesini kullanırlar ve buna uygun bir yapının nasıl gerçekleşeceği üzerine düşünürler. Tabii dünyadaki mutluluğun bir de ahiretteki boyutu var ki buna da “saadetü’l-kusva” yani nihai mutluluk derler.

Bunu her mümin ve müminenin nasıl elde edeceğini Cibril hadisi bağlamında açıklamak İslam ahlak felsefesinin temel işlevidir. Bütün peygamberlere verilen aynı teorik (iman) ilkeleri bilip pratiğe geçirmek yani uygulamak (İslam) ve bunların sonucunda ihsan mertebesine ulaşmak, “saadetü’l-kusva”nın yeryüzündeki iz düşümü olarak düşünülebilir.

Kendini Bil

Peki, bahsettiklerimizin bireysel boyutu nasıl olacak? Müslüman filozoflar, bunun “men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yani “Kendini bilen Rabbini bilir.” ilkesinden geçtiğini söyler. Kendini bilen, yani temel yetilerini (akıl, öfke ve şehvet) ölçülü, itidalli kullanan kişi, hikmet sahibi, adil, şecaatli ve iffetli olur. Bireysel donanımı sağlamayı “tedbirü’l-mütevahhid” diye açıklarken, refik ve refikasını yani yoldaşını bulma aşamasını da ev yönetimi yani “tedbirü’l-menzil” ile açıklarlar. Birey ve aile oluşumundan sonraki aşama ise “tedbirü’l-müdün”, yani mutluluğun elde edileceği toplumsal yapıdır.

Peki, kimler bunları söyleyenler: Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Bacce, İbn Tufeyl gibi İslam düşüncesinin köşe taşları olan filozoflar.

Felsefe Eleştirileri de Felsefedir

Her şeyden önce, bunları tanımak ve Sokrates’in dediği gibi “Felsefe muhalefet sanatıdır.” deyip ayrıntılı incelemek; öz eleştiri bilinci gelişmiş, yanlışa evet demeyen bir kişiliğin gelişimine katkı sağlar. Çünkü felsefeyi reddetmek de gene felsefedir. “Nerede yanlış yaptım veya yaptılar?” diyerek sorgulanmayan bir hayatın anlamı üzerinde düşünmek gerekir.

Madem Hz. Âdem’den itibaren dünyada refah ve huzuru, ahirette mutlak kurtuluşu sağlayacak temel ilkeler (tevhid-nübüvvet-mead) bütününe ed-din diyoruz; bunların isimlerini bildiğimiz ve bilmediğimiz seçilmiş insanlar (nebi-resul) ile hayata geçirilmesinden bahsediyoruz, peki bu sürecin analitik bir şekilde incelenmesinin adı ne olacak?

Peygamberler tarihi mi, insanlık tarihi mi, felsefe tarihi mi? Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar aynı temel ilkelerin yeni bir ortamda yeni bir dil ile yeni bir kavim vesilesiyle güncellenişinin tarihsel sürecini nasıl inceleyeceğiz? Peygamberlerin ortaya koyduğu yol ve yöntemlerle kurduğu sistemlere yönelik yorumlamalar sonucunda oldukça farklı mezhepler, tarikatlar ortaya çıkmasının izahı nasıl olacak?

Hz. Muhammed’den önce Hz. İsa’nın takipçilerinin oluşturdukları pek çok yol (mezhep) vardır ve her biri müstakil bir din gibi hareket eder. Bunun temelinde ne olabilir? Benzer soruyu İslam düşüncesi için de sorabiliriz. Bu kadar farklı din yorumlarının tutarlılığı nedir? İslamiyetin ilk dönemlerinde görülen kelami/siyasi çatışmaların cedeli/diyalektik dilinin ortaya çıkardığı sıkıntılara düşmeden yeni bir perspektif oluşturulamaz mı?

Hakikatin Birliği ve Filozoflarla Sohbet Etmek