Gül Küpe ve Söğüt

Küçük bir çocuğum. Annemi ve mavi gökyüzünü nasıl ama nasıl seviyorum. Başımı yaslayıp arkama, gözlerimi sonuna kadar açınca, berraklığın mavi rengi daha çok içime dolar, kalbime kadar ince ince akar sanıyorum. Çocuğum, gökyüzü orada kalmasın, küçük avuçlarıma da sığsın diye uzun uzun ona bakıyorum. Geniş ve sonsuz, parlak ve heybetli pamuk bulutların yumuşak evi, kuşların çatısı, yağmurun ince, zarif elleri, gök gürültüsünün ihtişamlı sesi, en çok, en çok benim kalbimi yuvası bilsin istiyorum. Yüzüm sabah gibi beyaz, gözlerim bal rengi ve çok sevdiğim o gökyüzü bana her baktığımda sadece mavi.

Mahallede benimle aynı yaşlarda çocuklar var. Onlar oyun oynarken ben kenardan onlara bakarım. Topları kaçarsa hiç üşenmez, hemen koşar yakalarım. Pek yüzüme bakmazlar yakaladığım topları onlara verirken ve giydikleri iskarpinleri uzaktan severken. Sokakta çok kalırsam dedem kızar. Çabuk eve gir, der gibi yüzüme bakar. Ben zaten çoğunlukla hep annemin yanındayım; kimsesiz ve sessiz evimizde, tarlada, sokakta, annem renkli minderini alıp kırk yılda bir komşularının yanına oturmaya gittiğinde. Usulca ağlayarak avluda çamaşır yıkadığı o köşede. Babamın mezarının kurumuş otlarını yolarken, eline diken batıp “Ahh!” dediği yerde. Ben hep annemin yanındayım. Küçüğüm, cılız ve sessizim. Çoğu zaman annemin dışındaki herkes için görünmezim. Sarı saçlı ve yetimim. Üzerimde çiçekli pazenden elbise. Annem kendi şalvarını sökmüş de dikmiş. Ayağımda kara lastik. Yine annem cuma günü köyün pazarına gitmiş, dönerken yüzü çiçek açmış, sevine sevine yeni kara lastikleri ayağıma giydirmiş. Bir de annem, nakışlı beyaz bir havluyu sarmış sarmış da bana bebek dikmiş. Kundaklamış, kışın sobanın yanında yelek ördüğü ipten saç eklemiş. Ben kolu bacağı yok ki bunun ama diye surat asınca, gönlüm olsun diye üşenmemiş havlu bebek için mavi saten yorgan yüzünden elbise de dikmiş.

Annem güzel kadın ama elleri hep yorgun. Yazın, başını güneş yakmış ayağını toprak. Bazen türkü söyler annem. Anlarım ki o zaman yorgun değildir. O zaman dünya daha güzel bir yerdir. O zaman hastane odalarında kimse yalnız değildir. O zaman camlarda kalp ağrısıyla beklenen herkes gelmiştir. Başları öne eğen borçlar ödenmiş, mahallenin delikanlıları sigortalı iş bulmuş, bacası tüten her evin sofrasına dağ gibi gölgeleriyle tüm babalar bismillah deyip bağdaş kurmuştur.

Güneş hepten belli etti kendini. Toprağa düşen tohumlar yeşerdi. Günler ve sonrasında aylar geçti. Sakin elleri ve sessiz ayakları var altın saçlı buğday tarlalarının. Neredeyse yazın her gün içlerinden süzüle süzüle geçiyoruz, başka tarlalara gidiyoruz. Annemin hemen yanındayım ama yetmez, gökyüzü ve annem aldığım her nefeste daha çok annem ve daha çok göğüm olsun istiyorum. Onlar, bir bayram sabahı gibi gözlerimin içine gelsin otursun diye gökyüzüne şeker rengi şarkılar söylüyorum. Sonra göz kırparak ona uzatıyorum küçük ellerimi. Al, bunlar da senin olsun, diyorum. Hepsi bir olsun, hepsi birlik olsun, pembe çiçek yapsın beni. Saçlarım iğde ağaçları kadar güzel koksun. Yetimliğim rüzgâra karışıp yok olsun. Yüzüme illa ki bir renk gerekse o da vişne ağaçlarının rengine benzeyen bir renk olsun diyorum. Bir de ben annemle tarlaya giderken gökyüzü beni hep tatlı tatlı kovalasın, yalın ayak peşimden gelsin, tam yakalayacakmış gibi yapıp sırtıma serin elleri değince, kıkırdayan al yanaklı sesime aldansın, beni yine altın saçlı buğday tarlalarının içine doğru koşarken, dünyanın en mutlu çocuğu yapsın istiyorum.

Elimde kuru bir ekmek. Kırmızı traktörün arkasında eski bir römork. Annem beni sıkı sıkı giydirmiş, geçen sene ördüğü hırka var üzerimde. Annem sanki ördüğü hırkanın ipinin mor rengine ve altın öğütlü Bolluk Nine’den öğrendiği hırkanın örneğinin her bir ilmeğine sıcak tarhana kokusu katmış. Biraz da soğuk bir kış günü avludaki çeşme buz tutunca sobanın üzerinden hızlıca alınıvermiş bir güğümden akıtılan sıcak suyla zar zor açıldıktan sonra; titreye titreye, dünyada yorula yorula, ahirette ise arına arına alınan buz gibi ince ve keskin bir sabah namazı abdestinin muhafazasını, ellerinde biriktirmiş de sanki o hırkadaki her bir çiçek motifinin üzerine ışıl ışıl duran bir sim gibi saçmış.

Kırmızı traktör ve eski römork dağları, tepeleri, köyleri aşıp gidiyor. Muzaffer abinin suratı asık. Dağlara, tepelere, köylere el sallarken ayağa kalkıyorum diye bana hep kızıyor. Onun yüzündeki ayaz çocuk kalbime değince korkuyorum. Yol kenarındaki gelinciklere selam vermeyi birden unutuyorum. Sonra annemin yanına sokuluyorum. Üzerimde mor hırka. Kulaklarımda, delikler kapanmasın diye sarı iplikten küpe. Dünyaya ve yetimliğime küsünce, küçük başımı her zamankinden daha hızlı yerleştiriyorum ben de annemin omzundaki pembe ter kokulu yerime.