“Gerçek’i loş ışığın arkasına saklanırken gördüm. Adımlarının sesi duyulmasın diye parmak uçlarında yürüyordu. (…) Kimse loş ışıklardan karanlıklardan şüphelendiği kadar şüphelenmezdi. İşte bu yüzden Gerçek, hep loş ışığın arkasına maharetle gizlenirdi…” Bir öyküsüne bu cümlelerle başlar Handan Acar Yıldız ve bu cümleler onun gizemli yazı atmosferine dair derin ipuçları verir. Öykülerinde de romanında da gerçek zekice hep, kendisinin de bahsettiği o loş ışığın arkasına, alegorik ve imgesel dilin satır aralarına maharetle gizlenir. O gerçek bazen yalnızlıktır bazen belirsizlik bazen korku ve çaresizlik. Ama adımlarının sesi duyulmasın diye ayakucuna basarak ilerleyen ve loş ışığın arkasına maharetle gizlenen o gerçeklerin çekirdeğinde daima filizlenmeyi bekleyen şey, yıllarca birikmiş o tortu; yoğun bir acı ve sevgisizliktir. Hayat deneyiminde yenilmiş kırık ve kırgınlar, yaralılar, görünmeyenler, örselenmiş ruhlar, köklerini arayan, kendini arayan; kendi içinde, evde, dışarıda mutsuz ve dışlanmış hisseden, anlaşılamamaktan mustarip, yalnız, huzursuz, çelişkili kahramanlar, içlerindeki o sevgisizlik tortusuyla onun öykülerinde toplumun camdan duvarlara dönüşmüş gizli yasalarına çarpa çarpa uçarlar. Öyle gerçekçidir ki onlar, daha uçmadan önce çarpacakları cam duvarı görür, buna rağmen o acı dolu âna kadar uçmaya devam ederler. Çünkü onlar, çıkışsız cam koridorun sonunda camdan kanatları parçalanırken kahırlı seslerini acı bir besteye dönüştürmeyi bilen, kefenden şık elbiseler diken, çelişkilerinden heykeller yontan nahif ama güçlü insanlardır. Çünkü onlar, yazarlarının tabiriyle “seçilmiş savrulmuşlar”dır.
Biz de modern zamanların şeffaf cam koridorlarında uçmaya heveslenen, o camlara çarpa çarpa kanatları parçalanan, çoğu kez uçmakla düşmeyi karıştıran cam kanatlı kuşlar değil miyiz biraz? Belki de.
Kitaplarınızı okuduktan sonra nedendir bilmiyorum zihnimde size dair şöyle bir resim belirdi: Sessiz loş bir odada, önündeki camları yontan ve şekil veren bir heykeltıraş. Dalgın ama ellerinin yaptığı işe odaklanmış. Dünyanın geri kalanına kayıtsız ama ellerinin yaptığı şeye tutkuyla ve titizlikle adanmış. Yonttuğunuz şeyler taş değil, ağaç değil; cam. Elleriniz kesiliyor, yonttuğunuz camlar önce sizi yaralıyor ama devam ediyorsunuz. Her kelimesine kadar kusursuz bir mantık örgüsü, bilinçli bir inşa, felsefi derinlik ve duyumsama… Yazmak bu denli bedel ödemekle mi ele geçer?
Bedel, yüklediğimiz değerdir. Verdiğimiz değer ne kadar büyük olursa ödediğimiz bedel de kaçınılmaz şekilde büyüyecektir. Bazen karşılığını alırız. Bazen de almayız ama bu bizim değer verme tavrımızı önemsiz kılmaz. Kendinin değerini görmek istiyorsan neyle haşır neşir olduğuna bak, dedikleri gibi. Sorunuzda pek çok hususa değinmişsiniz. Tutku ve titizlikten bahsetmişsiniz. Tutku, insanoğlunun kendi kendine durmaksızın yaptığı/yapabileceği tebliğdir. Promete’nin çaldığı ateştir tutku. Ferhat’ın deldiği dağdır tutku.
Şirin’in gözyaşı da tutkudur. Tutku yalnız fırtınayla ilişkili değildir. Serap da tutkudur. Elle tutamadıkça, gözle görülemedikçe büyür. Soyutta büyür, somutlaştıkça azalır. Hatta hevesle karışır. Tutku aktif ya da pasif değildir. Dinmeyen, fışkıran her ne var ise o tutkuyla ilişkilidir. Bir gün terk etmeyeceğiniz şeye tutkuyla bağlanmışsınızdır. Tutkunun devreye girdiği yerde bedel karşımıza çıkar. Kaçınılmaz olarak.
Titizlik ise tamamen kendimize duyduğumuz saygıyla ilgilidir. Kendine saygı duymayan insanın yaptığı işte titiz olacağına ihtimal vermem.
Yonttuğum şeyin cam olmasıyla ilgili teşbihiniz için çok teşekkür ederim. Bana bir kez daha “Bunca yıl boşuna uykusuz kalmamışım.” dedirttiniz. Evet, yazmak kesilmekten, kanamaktan ayrı yerde durmuyor benim için. Sadece bazı olayları bizzat yaşamam gerekmiyor. Canı yanmış birini görmek de canımı yeterince acıtıyor. Cama dokunmama ne gerek var… Kırık bir cam parçasına bakarken de kesiliyorum.
Sizi cam yontan biri olarak tasvir etmem aslında bilinçli bir tercihti. Bana göre, yaralanarak yonttuğunuz o camlar, kahramanlarınız için yaptığınız “camdan kanatlar”. Çünkü neredeyse hepsi, çarpacağı duvarı daha uçmaya başladığı ân gören, çarptığında kanatlarının parçalanacağını bildiği hâlde yine de dağılacakları âna kadar uçmaktan vazgeçmeyen, hüzünlü ama cesur insanlar. Onları özel kılan şey yenilgileri. Bir öykünüzde “savrulmuş seçilmişler” diyorsunuz. Bence onları en iyi bu cümle ifade ediyor. Bize biraz savrulmuş seçilmişlerinizden bahseder misiniz? Acı ama onlar biraz da uçmakla düşmeyi karıştırıyor olabilir mi?
Öncelikle düşmek çok güzel bir sözcük. Bununla ilgili en güzel ifade ise Cahit Zarifoğlu’na ait: Düştümse sana bakarken düştüm. Sosyal medyanın popülerleştirmesi dahi bu ifadenin güzelliğini törpüleyemedi. Burada düşmek, olmuş bitmiş bir fiil olarak tanımlanmıyor. Devam eden/sürüp giden bir fiil olarak anlam buluyor. Paraşütle uçaktan atlamış birini gözünüzün önüne getirin lütfen. Devam eden düşmek, pek çok durum/eylemin ardına gizlenebilir. Başka kisvelere bu kadar kolay bürünen düşmek, elbette uçmanın da arkasına saklanabilir. Bir gerçek, kılık değiştirmek istemeye görsün… Çarpmanın arkasına gizlenebilir. Çırpınmanın arkasına da. Buradaki Sen’in yerine bütün zamirleri koyabileceğimiz gibi insana alternatif olarak duvarı da koyabiliriz. Zira bazı duvarlar harika ayna taklidi yaparlar. Ne çarparak ne de bakarak kırabilirsiniz onları. İnsan duvara bakarak düşebilir. Hiç hareket etmese dahi. Öykümdeki kişiler düşmekle uçmayı değil yalnız, düşmekle pek çok hâli karıştıran kişiler.
Yazdıklarım yeraltı edebiyatına girmiyor fakat bu tarzın karakterlerini tanımlayan sevdiğim bir ibare var: Aşağı doğru tırmananlar. “Savrulmuş seçilmişler” buna çok yakın ama daha kırılgan kişiler.
Yukarıdaki sorumla ilintili olarak şöyle bir soru daha sormak istiyorum. Bir öykünüzde güvercin eti için şiirler yazan bir şair var ve orada şöyle bir ifade geçiyor: “…genç şair zaman zaman, etini yemese de şöhretini güvercin kanına borçlu olduğunu düşündü. Ne zaman aklına düşse bu düşünce, vicdanı rahatsız oluyor, acı çekiyordu.” Sizin de şöhretinizi borçlu olduğunuz kahramanlarınıza karşı böyle bir vicdan azabı hissettiğiniz oluyor mu?
İnanın hiç olmadı. Çünkü kahramanlarımla empatiden çok sempati kurabildiğim bir hayatı yaşadım. Hayatımın bir döneminde doğalgaz faturası düşük gelsin diye yorgana sarılarak kitap okumuştum. Normal masanın başında yorgana sarılamayacağım için yer sofrasına koyduğum kitapları yere oturarak okumuş, yorganı da kafama kadar çekmiştim. Dolayısıyla, ürününü yolcularla göz göze gelmemeye çalışarak tanıtan limon sıkacağı satıcısına vapurda rastladığımda, ona dış gözle bakmıyordum. Kalp hizasından bakıyordum. İnsana kalp hizasından bakmayı önemsiyorum. Ben hep öyle yapmaya çalışıyorum. Herhangi bir kahramanımla benzer olayları yaşamasam dahi onunla empati yerine sempati kurmaya çalışıyorum. Genç şair arkadaşlarımdan biri “İlmek” öyküsü için “İnşallah bu sizin başınızdan geçmiş bir olay değildir. Okurken çok etkilendim ve sizin yaşamış olma ihtimalinizi düşünüp üzüldüm.” demişti. Ben de “Yaşamadım ama yaşayanı dinledim.” cevabını vermiştim.
Metinlerinizde belirgin bir zaman ve mekân yok, kahramanlarınız çoğunlukla isimsiz. Somutla soyutun, hayalî olanla gerçeğin iç içe geçtiği imgelerin, çağrışımların yoğunlukta olduğu alegorik bir anlatım tarzınız var. Değişen duyguların değil, değişmeyen duyumsamanın peşine düşen poetik tavrınız, klasik edebiyatın anlatım imkânlarına oldukça hâkim olduğunuzu hissettirdi bana. Bu, üzerine düşünerek yöneldiğiniz bir şey miydi ve alegorik anlatımın size sağladığı imkânlar hakkında neler söylersiniz?
Günümüzde kişiler aynı anda birden fazla rol üstleniyor. Gün boyunca kostüm değiştirir gibi rollerini giyiniyorlar ve çok fazla mekân değiştirerek yaşıyorlar. Zaman ve mekân değişse dahi değişmeyen duyguları anlatabilmek için bahsettiğiniz yöntemi tercih ettim. Zamanı ve mekânı belirlemeden, özelleştirmeden kullandım. İsim vermekle ilgili ise çok değişik ruh hâline sahibim. Hiçbir ismi kişilerime yakıştıramıyorum. Böyle zamanlarda o kişinin ismi Ad oluyor bütün isimleri temsilen. Veyahut Kendi Hâlinde Kadın, Başarılı Kadın diye roman karakterlerim olabiliyor. Mesela neden Burcu ya da Ayça demedim de Başarılı Kadın dedim? Neden Halime ya da Kader demedim de Kendi Hâlinde Kadın dedim? Burcu’yu ya da Halime’yi anlatırken metin önümde akmıyor ama Başarılı Kadın veya Kendi Hâlinde Kadın ismini verdiğimde metin önümde hızla akıyor. Böyle isimlendirdiğimde daha çok kişinin kendini orada bulacağı hissine kapılıyorum. Yanılıyor olabilirim. Bu noktada yanılmayı da göze alıyorum.
Camı bir kez de metinlerinizdeki metaforik bağlamında sormak istiyorum size. Birçok öyküde rastlasam da “Madalyon Sendromu”, cam metaforunu en yoğun kullandığınız öykünüz diyebilirim. Bir kasabadan bahsediyorsunuz, duvarların olmadığı, bütün mekânların camla ayrıldığı bir kasaba bu. Burada camlar çok güçlü üretilir çünkü çarpanın kırılması üzerine tasarlanmışlardır! Şeffaflık (!) denilen şeye herkes o kadar alışmıştır ki çoğu, cam evlerinde dört tarafı duvarmış gibi rahat ve kayıtsız davranır. Ne dersiniz, bu cam metaforu çerçevesinde irdelediğiniz şeffaflık, Handan Acar Yıldız’ın modern ve postmodern zamanlara kırılgan bir başkaldırısı mı?
Bununla ilgili başıma gelen ilginç bir olaydan size bahsetmeliyim. “Cam Koridor” ve “Madalya Sendromu” öykülerinde muhayyileme dayanarak oluşturduğum atmosfere yıllar sonra gezdiğim, Mardin’in 30 kilometre güneydoğusunda bulunan Oğuz Köyü’nde yer alan Dara antik kentinde birebir rastladım. Şaşkınlığımı tahmin edersiniz. Ayaklarımızın altındaki cam zemine baktığımızda antik kentin katmanları görünüyordu. Önce yazmış sonra görmüştüm. Antik dönemden postmodern döneme uzanan bir çizgi oldu cam. Ham maddesi kumdur. Tane tane olmakla şeffaf olmak arasındaki bağı kurar cam. Boyanır ayna olur. Ben’e dönüşür. Boyanmadığında öteleri gösterir Sen’e dönüşür. Kırılınca yaralar. Yaralanınca yaralayandır. Fırınlandığında ateşe dayanıklı hâle gelir. Doğru ateşe tutulduğunda ateşe direnci artar. Öykünmek için daha doğru ne bulabilirdim ki…
İnsana ve acılarına duyarlı olduğunuz kadar eşyayı ve ona sinen hüznü de önemsediğiniz çok açık. Çoğu öykünüzde jeton, ip, pencere gibi nesneleri özneleştiriyorsunuz. Bir unutuluş hikâyesini tahta bir mandalın gözünden anlatıyorsunuz örneğin. Bir mandalın gözünden bakmak bir yazara ve okura ne kazandırır?
Nesneye bakarak duyguları seçmemiştim. Duygudan yola çıkarak nesneyi seçmiştim. Duyguyu nesneden önce belirlemiştim. Bazı duygular için bazı eşyalar gözüme uygun göründü. Anıları çoğunlukla eşyalar üzerinden saklarız. Mesela çocuğunun ilk giydiği yeleği saklayan anneler vardır. İlk taktığı başörtüyü saklayan kadınlara dahi rastladım ben. Ne bileyim, gelinliğini ya da damatlığını saklayan insanlar vardır. Eşya anılarla ilişkimizi sürdürür. Gittiği şehirden hatıra olarak evine süs eşyası alan insan sayısı hiç de az değildir. Eşya hatırlama aracıdır.
Dili olmayan bir varlığın yerine konuşmak cazip geldi. Ardından öyküler ortaya çıktı. Kimileri için çok saçma gelebilirdi bu öyküler. Ama hiç umurumda olmadı. Bana öyle geliyor ki seveni daha çok oldu bu tarzda yazılmış öykülerin.
“İnsan milyarlarca kuyudan müteşekkildi.”, “İnsan kendine yem olabilirdi. Kendi kendisinin avcısı, kendi kendinin avı olabilirdi. Eti hiç tükenmeyen bir av… Yedikçe eksilmeyen bir av.”, “...kendinin kendine kurduğu tuzakları başkasının ona kurduğu tuzaktan daha az tanıdığı için kendi tuzağına düşmek.” Bunlar öykülerinizde geçen bazı cümleler. İnsanın kendine kurduğu ve düştüğü o tuzak nedir?
Gerçeği kabullenmemek için kendini kandırmak. Oysa bir öyküde dediğim gibi acı gerçeği sahte mutluluğa tercih edebilecek kadar cesur olmalı. Tanrı’nın bize elmanın kumlandığını gösterdikten sonra çürüdüğünü tekrar göstermesine gerek yok. Göstermez de zaten. Hayat sürekli yanıp sönen bir trafik lambası değildir. Bazen karşımdaki insana şöyle derim: “Senin hiçbir suçun yok. Sen senin gibi birisin ve sen olmanın gereğini yapıyorsun. Ben kendimi asla affetmeyeceğim. Bana böyle davranmana müsaade ettiğim için.”
Sadece ikili ilişkilerde değil hayatın tamamında, bakmakla görmek arasındaki mesafeyi açması, insanın kendine kurduğu en büyük tuzak. Belki başka tuzaklar da vardır. Benim gözüme en büyük görünen bu.
Pişmanlığı irdelediğiniz çok fazla metniniz var. Sizin tabirinizle pişmanlık, neden bütün duyguların ön sözüdür? Pişmanlık neden bir son değil başlangıçtır? Metnin intiharı neden en çok pişmanlığa yakışır?
Çünkü sonunda pişman olunmadıysa hiçbir şey gerçekten yaşanmamıştır.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam..
Eşik
Üzerine bağdaş kurup atlamayı unuttuğum yer.
Mezar Taşı
İnsanlığın revize gerektirmeyen icadı.
Kırık Ayna
En sevdiğim kolyem.
Ateş
Ne zaman görsem canım çeker.
Sarı
En sevdiğim ve nefret ettiğim tonlara sahip renk. Buğday başağında görmeye hayran kalıp limonda sevmediğim renk.