Bilge Deli: Don Quıjote

Başında eğreti miğferi, elinde kalkan ve mızrağıyla kemikleri sayılacak kadar cılız beygirine atladı. Karşı koyulacak saldırılar, giderilecek haksızlıklar, cezalandırılacak suçlar, ödenecek borçlar ve tabii ki büyük kahramanlıklar onu bekliyordu. Çünkü o, okuduğu kitaplardan taşan gerçek bir şövalyeydi! Yola çıktığı bu uzun serüvende gördüğü her şeyi çılgınca şövalyeliklerine ve hayallerine uyguladı. Yel değirmenleri korkunç devlere, koyun sürüleri düşman ordusuna, hanlar şatoya, mağaralar sihirli dünyalara, berber leğenleri parlak tolgalara dönüştü! Büyücülerle devlerle aslanlarla karnavallaşan bu hikâyenin kahramanına kimi deli ama hoş, kimi cesur ama talihsiz kimi de kibar ama münasebetsiz dedi. Fakat Cervantes’in La Manchalı asilzade Don Quijote’u için söylenen bu tanımlar elbette çok yetersizdi. Çünkü onun dillere destan deliliğinde büyük bir hazine yatıyordu.

Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’nde delilik çeşitlerinden bahseder ve Don Quijote’un deliliği için “umutsuz tutku çılgınlığı” ifadesini kullanır. Umutsuz tutku çılgınlığı, tutku ile deliliğin birbirine karıştığı bir türdür. Telafisi imkânsız kaybın aşırı derecede hayal kırıklığı meydana getirdiği bu türde kişi kaybedilen şeyi “masum sevinç paradoksu”nda ya da “meczup takiplerin kahramanlığı”nda bulur.

Foucault, bu düşüncesiyle Don Quijote’un deliliğini kaybedilen bir zaman dilimini geri getirme tutkusuna indirgemiş olur. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Don Quijote’un geri getirmek istediği, hayalini kurduğu asıl şey, şövalyeliğin altın çağıyla birlikte insanca yaşam tarzı ve herkesin yekdiğerine duyacağı sorumluluk bilincidir. Miguel de Cervantes romanında “Söyler misiniz acaba, kim daha delidir?” diye sorar. “Elinden başka türlüsü gelmediği için deli olan mı yoksa bile isteye deli olan mı?” Tembelliğin çalışkanlıktan, aylaklığın gayretten, kötülüğün iyilikten, kibrin cesaretten üstün tutulduğu bir yaşamda elbette Don Quijote’un elinden başka türlüsü gelmez. Ancak onunki umutsuz tutku çılgınlığı değil “bilge delilik”tir.

Don Quijote’un silahtarı Sancho Panza’ya verdiği şu öğütler bütün zamanlara seslenen bir bilgenin cümleleridir: “Devleri öldürerek gururu öldürmeliyiz, cömertlik ve yüce gönüllülük ile haseti, serinkanlılık ve ruh huzuruyla öfkeyi, az yiyip çok uyanık kalarak oburluk ve uykuyu, irademizi tâbi kıldığımız sevgiliye olan sadakatimizle sefahat ve şehveti, dünyanın dört bir yanını dolaşıp bizi iyi bir şövalye yapacak imkânları arayarak tembelliği öldürmeliyiz.” Don Quijote, idealindeki “mümkün başka bir dünya” uğruna başlattığı serüveninde bu öğütlerin hepsine harfiyen uyar. Çoğu zaman imkânsızı dener ama asla ümitsizliğe kapılmaz. Bir kapının kapandığı yerde bir başkasının açılacağına inanır. Kendisi hakkında söylenenleri de umursamaz. Tek korkusu, Tanrı korkusudur ki hayattaki altın kuralı “Tanrı’dan kork ve kendini bil.”dir.

Cervantes’in romanda rahipler teokrasisini atlayarak doğrudan Tanrı’ya vurgu yapması oldukça manidardır. 1600’lü yıllarda yayımlanan Don Quijote, Katolik din adamlarının başı çektiği “reconquista” akımına denk gelir. Asırlar boyunca çok kültürlü yaşayan İspanya, bu akımla birlikte katı bir tavır değişikliğine yönelir. Kadim dinî hoşgörü siyaseti terk edilir ve “Hristiyanlaştırma” kararı alınır. Kraliyet fermanlarıyla Müslümanların ve Yahudilerin evlerindeki kitaplar zorla toplatılır, içlerinde bilim, sanat değeri de olan beş bin cilt kitap, şehir meydanlarında yakılır. İspanya’da yaşayacak kişilerin ya Hristiyanlığı tercih etmesi ya da o toprakları terk etmesi gerekmektedir. Eski Hristiyan, Yeni Hristiyan, moriska, marrano derken bu süreçte iş o kadar karmaşık hâle gelir ki herkesten “safkan” belgesi istenmeye başlanır. Sonrasında da isyanlar, sürgünler, toplu katliamlar… Ve böylece o eski üç kültürlü İspanya, alevler arasında engizisyon mahkemelerinde erir gider.