Fırtına

Varlığının fâni gölgesinde bir rüzgârla serinliyor; başı ağrıyor esintiden, uyuşuyor âciz gövdesi. Hafif güneş çıksa gölge boyunun azametinden büyüleniyor. Dünyaya özene bezene yerleştiriyor kendini. Çekiç de o oluyor çivi de. Bir gün paslanacağını zerre miskal düşünmüyor. Ruhu bedeninden uzakta, zihni dünyanın karmaşasında, tuhaf bir gurbet sıkıntısıyla boğuşuyor. İç sıkıntıları, baş ağrıları, kalp sancıları, huzursuz bacaklar… Boynundan başına hücum eden kaskatı hisler…

Değişen dünyaya uymak gerçeğin zahmetli dünyasından koparıyor onu. Dışarıyı seviyor; hava almayı, dışarının içindeki eksikliği dolduran yanlarını özlüyor. Çıkarken güneş gözlüğünü de alıyor yanına, olur ya bir vitrin çıkar da ya gözleri kamaşırsa? Kolay takılan çantalar süslüyor omzunu, zorlanmasın istiyor, elleri hıncahınç dolunca. Yürüdüğü vakitler, yeni açmış kayısı ağacının fotoğrafını çeken genci anlayamıyor. Erguvanları koklayanları, çiçekleri okşayanları, yüzüne güneş değince mutlu olanları, yağmurda şemsiye açmayanları… Kuşlara buğday taneleri atan çocukların mutlu cıvıltılarını işitiyor. Acele bir hayata yetişebilmek için doludizgin atlarla koşuyor. Attan düşüyor, hızdan yere kapaklanıyor, utanıyor; oturduğu yerden çocukları, kuşları izliyor. Yeniden hatırlıyor, hatırlamayı hatırlıyor. Kuşların karınlarını doyurduktan sonra yuvalarına, o berrak göğe havalanışlarına bakıyor hayretle. Özlerine gidip gelmekten yorulmayışlarına, telaşsızlıklarına, dünyaya kuşça bakışlarına… Kalkıyor yerden, üstü başı toz, yüreği kir pas...

Bir deniz kıyısına düşüyor yolu. Dalgaların kayalara çarpan sesi… Araba gürültüsü değil, yol çalışması yok, bir kafenin muhabbetleri boğan tuhaf şarkılarına benzemiyor bu. Oltalarını fırlatan balıkçılara bakıyor, uçsuz bucaksız bir deryaya nasıl bel bağlayabiliyorlar? Evine dönen adamlar görüyor, kovaları boş. Saatlerce bekledikleri belli, şikâyetçi bir tavırları yok. Sonsuz bir teslimiyetin ferahlığı var yüzlerinde. Kovaları dolu, kovaları umutla dolup taşıyor.

Ardından yol bir çay bahçesine çıkıyor. Ahşap masaların üstünde pitikareli örtüler, örtülerin üzerinde çay bardakları, bir buharı bölüşen insanlar… Yaşlı çift, bir muhabbetin en tatlı anlarında. Kırk yıllık hayatı paylaşmışlar, şimdi de o kırk yılı hatırlama telaşındalar… Genç bir çift, konuşacakları bitmeden susmuş. Yüzleri donuk, birbirlerine uzanması gereken elleri ışıklı bir ekranda esir… Bir bakışla anlatılabilecek duygular, gözlerin aşinalığından mahrum… İçi eziliyor, iki kişilik bir yalnızlığın acısı boğazına yerleşiyor bir yumruk gibi. Hiç kimse kendi dünyasında mutlu değil mi sahi? Bir insan bir ekran kadar okşayamıyor mu insanın içini?