Ölü bir babanın toprağında ilk ağıdını yaktığında annesi süt yerine kan kusuyordu.
Üç gün üç gece ağlayan bu bebeden korkan kocamışlar, onu önce soğuk çaylarda yıkayıp sonra “kaderlik” denilen ağacın gölgesinde gün doğumundan batımına kadar kaderini çizmesi için yalnız bıraktılar. Gece yarısı kocamışlar kaderliğe geldiğinde onun çıplak bedeninin yapraklarla sarıldığını gördüler. İçlerinden, gözlerini bir öküzün boynuzuna kaptıran yaşlı kadın; adıyla büyüsün, adı Asaf olsun, buyurdu. Kadının sözlerinden sonra ölüm sessizliğine bürünen kaderlik, rüzgârın yaprakları savurması ve Asaf’ın kulakları sağır eden inlemesiyle yeniden hareketlendi.
Çocukluğu pekmez dökülmüş kar yemekle ve soğuk çaylarda kulaç atmakla geçen Asaf, yerinde duramıyor, bazı geceler içindeki ateşi bastırmak için kaderliğin altında günlerce kalıyordu. Üstüne yağmur, kar yağıyor fakat Asaf evine döndüğünde elbisesinde ıslak bir parça kumaş kalmıyordu.
Onu görenler sürekli bir düşünce hâlinde olduğunu seziyor, etrafındaki aşılmaz duvarlara ilişmeden yanından geçip gidiyordu.
Asaf, kaderlikle vedalaşıp yüksek binalı şehirlerin yolunu tuttuğunda vardığı yerde anlamına kavuşacağı mefkûreyi tasavvur ediyor, durmadan onun arzusu ve tahayyülü ile kendinden geçiyordu.
Varlığına sebep ararken kâh Ankara’da lise tahsili kâh Londra’da doktora talebeliği kâh İstanbul’da ithalat firması yöneticiliği yaparken günden güne yükselen statüsünün karşısında ruhunun alçaldığını, giderek anlamsız bir hayatın işe yaramaz günlerini birbiri ardına tükettiğini düşünüyor, her geçen gün yanıyor, yakılıyor bir türlü ızdırabını dindirecek yürüyüşe çıkamıyordu.
Asaf, otuz üçüne geldiği ve artık şatafatlı kıyafetlerden, gösterişli taşıtlardan, manzaralı evlerden boğulduğu bir gün; ceketini, kravatını, kimliğini ve cüzdanını ofisinde bırakıp sokağa fırladı.
Güneş o gün parça parça batıyordu, önce binaların ardında yok oluyor sonra ulu tepelerin yamacından aşarak saklanıyordu. Yıldızlar bir bir görünmeye başladığında Asaf’ın göğsündeki sızı kat kat artıyor, körpe yüreği dağlanıyordu.
Yıllarca hasretle beklediği umut ışığını, yaşamaya devam etmek için ona yol gösterecek Çoban Yıldızı’nı son kez arama gafletine düşmüş, artık dayanamayan dizlerine takat merhametini dilenemez olmuştu. Çocukluğundan bu yana dinmek tükenmek bilmeyen baş ağrılarına ya bugün son verecek ya da daha büyük ağrının kollarında bulacaktı kendini.
Haliç’in kıyısında dizüstü çökmüş, gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açılmış, kundurası ayaklarından fırlamışken elleri semada haykırmaya başladı.
“Şu yeryüzünde börtüye böceğe, dağa taşa, suya havaya sorsanız, kendi için bir meram dile getirebilir.
Ben, adım Asaf’ken ve nefes aldığım günden beri mağlupken soruyorum, benim için bir cümle. Tek, bir cümle…
Ne yapsam ne etsem, nerede gözümü açıp nerede yumsam, yine de beni anlatacak üç kelime bir satırda yan yana gelmiyor.
Ey göğü katman katman eden, ey yeri binbir renge boyayan, her parmaktan milyarlarca dokunuş yaratan, şu garip Asaf için tek özel bir kelime yaratmadın mı?
Onun yüzü suyuna ırmakları tersten akıtıp, gözümün gördüğü en büyük beyazı ikiye böldün de beni ondan sayıp, bana bir nâr parçalamadın mı? Onun göğsünü yardığında tertemiz bir can buldun da bana nazar edince hep mi küf buldun? Ben Asaf’ken ve yaşıyorken şehirlerinde, bahçelerinde; senden başka bir sebep aradığıma kızdın da bana ondan mı bir kul küpesi vermedin?
Sen zinciri pamuk, taşı kum edensin. Beni yoktan var edensin, bağırdımsa sen, üzüldümse sen, kalpleri incik boncuk gibi dağıttım ve topladımsa sebebi sensin.
Sen ki gülünce dağların gedik dişlerini gösterensin. Yedisinde, kırkında lütfedilensin. Ben yola çıktımsa sen, yolu buldumsa sen, andımsa, yuttumsa, sabahı görüp çağıldadımsa sen, üzerime ağlar serilse de yırtıp koştuğum sensin.
Bu, değdiğinde eti kesen sudan kaçmam için, boğulduğumda mor yüzümü anamdan saklamam için, bana bu çakıllara katlanmam için ne vadedersin?”
Asaf’ın feryadı uzadıkça ruzigâr ağaçları yatırıyor, denizi köpürtüp sandalları ters çeviriyordu. Fakat Asaf’ın göğe açılmış iki bileği de fırtınaya karşı çelikten bir kazık gibi direniyor, sesini yutan kasırgaya gönlünün yangınıyla başkaldırıyordu.
Gönlü tutuşmayanın yeryüzünde murada eriştiği görülmüş müydü? Bin pınar tek kaynaktan çağıldıyor, bin nehir tek denize dökülüyorken, bin dua bir yâre denk gelmiyordu. O gece sabaha kadar kendine direndi Asaf. Bileklerine kan oturmuşken dizlerinin dermanı, Haliç’in suları gibi ağır ağır çekilirken hüzzam sardı her yanı. Asaf, muhtaç olduğu lütfu sabah ezanına karşı kırmızı kurdeleli bir kayıktan inen, beyaz örtülü bir gönül yakanda bulacaktı. Ne var ki o kayık Haliç’e demirlediğinde, Asaf’ın gözlerinde ince bir tül gibi duruyordu müezzinin sesi. Asaf, tüten yüreğini tutuşturamadan, bin âşık gününe denk, bir gün daha dumanlı kalacaktı.