Böyle İdiler Yaşarken

YUSUF KÂMİL PAŞA DA... GÜZEL RÜYALARIN PEŞİNDE

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm

Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Leyla” şiirinde bize bir rüyasından bahseder:

Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm

Derdini ağlarken yanan bir muma;

İpek saçlarını elimle ördüm,

Ve bir kemend gibi taktım boynuma

Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm.

Büyük usta Tanpınar’ın Leyla’sı kimdi bilmiyoruz. Gerçeğin rüyaya yansımış hâli miydi Leyla, yoksa sadece bir rüya kızından mı ibaretti onu da bilmiyoruz. Ama Mahur Beste’nin Atiye’sinde, Sahnenin Dışındakiler’in Sabiha’sında ve elbette Huzur’un Nuran’ında o rüya kızının hatırasından izler var mıdır; bunu edebiyat gönüllüleri olarak çok merak ediyoruz.

Rüyaya biçilen anlam ve o anlamın izlerinde kaybolmanın hikâyesi deyince aklımıza kendiliğinden Evliya Çelebi geliyor. Rüyanda Hazreti Peygamber’i göreceksin, “Şefaat ya Resûlallah!” yerine, heyecanlanıp “Seyahat ya Resûlallah!” diyeceksin. Rüyada, bilse o anın heyecanını mı takdir eder yoksa görülen rüyanın peşine düşüp coğrafyalardan coğrafyalara yolları arşınlamayı mı; nereden bakarsan bak çok güzel bir heyecanın hikâyesi duruyor karşımızda.

Tanpınar, çok iyi bildiği Evliya Çelebi’den acaba ne derece ilham almıştı? Gerçekten yollara düşmekten söz etmiyorum. Edebiyat tarihlerinde geçmemiş o meçhul rüya kızını aslında roman ve hikâyelerinde anlatmayı, o bilinmezi aramayı, Tanpınar usulü bir Evliya Çelebi hikâyesi şeklinde anlayamaz mıyız? Söylemek istediğim bu. Tanpınar, arayışını metinler üzerinde sınırlı tutmuş olsa da yakın dönemden bir başka ismin, rüyasının peşine düşme noktasında Evliya Çelebi yolunu takip ettiğini biliyoruz: Rüya kızını arayan Yusuf Kâmil Paşa.

Yusuf Kâmil hafızalarımızda lise yıllarından kalmış bilgilerle yer etmiştir. Tanzimat yıllarında yaşamış bu devlet adamı, 1860’ların başında Fenelon’dan çevirdiği Telemak romanıyla bilinir. Başarılı bir çeviri olmasından ziyade dönemin tanınmış ve sevilen bir devlet adamı çevirdiği için dikkat çeken Telemak, Türk okurun Batı kökenli roman türüyle ilk kez tanışmasına olanak sağlaması açısından önemlidir. Sonrasında yazılacak Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’lara, Felatun Bey ile Rakım Efendi’lere, İntibah’lara giden yol bir anlamda Yusuf Kâmil’in Telemak çevirisinden geçer.

Rivayet odur ki Yusuf Kâmil, yirmili yaşlarının ortasındayken rüyasında hayali cihan değer bir kız görür ve ona âşık olur. Uyandığında kalbinin sesini dinler, o sıcak duygunun, sol yanında hâlâ alev alev yandığını fark eder. Daha o andan itibaren sokaklara düşer; köşe başlarında, yüksek duvarların sınırladığı evlerin meçhul bahçelerinde, cumbaların loş karanlığında o rüya kızını arar. Yoktur kendileri. Şiirlerin Leyla’dan, Şirin’den söz eden dizelerinde, şarkıların Nedim diyarından kalma örneklerinde ve belki de çocukların tertemiz gözlerinde o rüya kızının bakışlarını bulmaya çalışır. Heyhat ki yine yoktur kendileri! Yediğine, içtiğine, alıp verdiği nefese dâhil olmuştur rüya kızı; kalmamıştır artık hiçbir şeyin zevki; gelgelelim bu denli hayata dâhil olmasına, o hayatı rüya kızı merkezli bir başka hayata döndürmesine rağmen ortada yoktur kendileri.

Eskiler, “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” sözünü boşuna söylememişler demek ki. Düştükleri sevda ateşinin harıyla kıvranırken, devrin şartlarının imkânsızlığıyla boğulurken, uzaklar, birer kurtuluş reçetesi gibi görülür: Mekânı değiştir, belki rahatlarsın, denir.

Yusuf Kâmil’e de aklı erenler bu eski usul ama tedavi ihtimali yüksek yolu takip etmesini tavsiye ederler. Kültürel anlamda Osmanlı’nın Batı’yla teması sınırlı olduğundan ve henüz Türk aydını Paris’i keşfetmediğinden, o zamanın ferahlamak için gidilen mekânı da genellikle Mısır’dır. Mesela on yedinci yüzyıl şairlerinden Fehim de bunalıma girdiğinde aklı erenler onu Mısır’a göndermişlerdir. Ki Mehmet Akif’in de 1925 sonrası ölümüne dek Mısır’da kalmasında, küskünlükten kaynaklı bir huzur arayışının da olduğunu söylersek ne kaybederiz ki?

Tabii Yusuf Kâmil’in gideceği Mısır’la Fehim’in gittiği Mısır arasında büyük farklar vardır. Görünürde her iki Mısır da Osmanlı toprağına dâhildir. Öte yandan 1833’ün Mısır’ı aynı zamanda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ıdır.

Yusuf Kâmil, daha Mısır’a adım atar atmaz kuşkuları üzerine çeker. Aynı yıl, tarih kitaplarında adı Kavalalı İsyanı olarak geçen o büyük ayaklanmanın yaşandığı da bilindiğinde, İstanbul’dan gelmiş birisine yönelik bu kuşkucu yaklaşım anlaşılabilecek bir durumdur: Acaba padişah tarafından bazı gizli görevlerle mi gönderilmiştir?

Mehmet Ali Paşa genç Yusuf Kâmil’i karşısına alıp sorgudan geçirir ve kendi iktidarı açısından onun zararsız biri olduğunu anlar. Dahası bu zeki, kendini iyi yetiştirmiş, sevdalı delikanlıyı pek sevip ona memuriyet bile verir. Bir taraftan göğsünün sol yanında aynı ateş uğrun uğrun yanarken, Yusuf Kâmil kısa zamanda kendini kabul ettirir ve memuriyette terfi etmeye başlar.